31 Aralık 2014 Çarşamba

NELER OLDU?

Emekçi için kara yıl oldu. Soma'da Ermenek'de büyük madenci kayıpları verildi. Başbakanlık müşaviri, Jandarma gözetiminde protestocuyu tekmeledi. Recep Amca'nın yırtık "ankara lastiği" Ermenek faciasının sembolü oldu. Dayıbaşıları işçilere ödenen ücretlerin yarısını aldı. Rüşvetin adı, usulsüz hediye oldu. Bir yıl içinde 20 kaza olan asansörde 10 işçi bir kazada hayatını kaybetti. Kırılan Gül'ün eşi intifada başlatacağını söyledi. Eğitimde türban 10 yaşa kadar indi. Berkin terörist ilan edildi. Erdoğan Cumhurbaşkanı seçildi. Trafik kazlarında yüzlerce insanımız öldü. Musul'da rehin alındık. 6000 zeytin ağacı bir gecede kesildi. İşsizlik arttı. Dolar fırladı. Çatı çöktü. Enflasyon tavan yaptı. İktidar cemaat savaşı başladı. Süleyman Seba öldü. Sanata sansür aldı gitti. Türkçe felsefe yapılamaz dendi. El konulan paralar faiziyle geri ödendi. Balyoz ve Ergenekon davalarında tüm tutuklu sanıklar tahliye edildi. Otelcilik ve Turizm Meslek Liselerinden "Alkollü içki ve kokteyl hazırlama" dersi kaldırıldı. 600 yıllık "Saray esperanto'sunun" zorunlu ders olarak okutulması kararı alındı. çArşı darbecilik suçlamasıyla karşı karşıya geldi. Çözüm süreci devam etti. 1150(!) odalı Saray yapıldı. Kredi notumuz negatif düzeyine düşürüldü. Büyüme küçüldü(!). Stadlar seyircisiz kaldı. Kracaoğlan'ın eli kesildi. Bir iki gün sonra Elif'in de sol eli kesildi... Bütün bunlar 2014 yılında Türkiye'de oldu.

*Notlar gazete başlıklarından ve basında çıkan haberlerden alınmıştır. 


29 Aralık 2014 Pazartesi

2014'ün "EN" AKILDA KALAN SKANDAL SANAT OLAYLARI

Dünya'da
                      (+18) 
Deborah de Robertis, Paris'teki Orsay Müzesinde, Gustave Coubert'nin 1866  tarihli ünlü tablosu "Dünyanın Kökeni" nin karşısına oturdu ve muhafazakar çevrelerce müstehcen diye nitelenen tabloyu, vajinasını sergileyerek yeniden yarattı.



Türkiye'de 
zeugma 2
Gaziantep’in ev sahipliği yaptığı dünyanın en büyük mozaik müzesi olan Zeugma antik kentinde, yeni ortaya çıkarılan üç mozaiğin tanıtımında bazı yetkililer ve Belediye Başkanı Fatma Şahin’in de katıldığı basın toplantısında, kazı alanına girildi; Fatma Şahin de topuklu ayakkabılarıyla mozaiklerin üzerinde poz verdi.


28 Aralık 2014 Pazar

AYNI DİLEKLER 2015 İÇİN



Çocukken mahallede mimlenirsin, herkesin gözü üzerindedir. Büyükler her an bir yaramazlığını kollar cezalandırmak için. Sonra okulda mimlenirsin. Her öğretmenin gözü üzerindedir, yaptığın tüm davranışlar,  aldığın notlar takip edilir. Askerde mimlenirsin. Komutanların gözü üzerindedir. Bir nevi göz hapsi gibi birşeydir mimlenmek. Özel hayatında mimlenirsin, varsa eski eylemlerin mimlenmenin de ötesine geçer fişlenirsin. Beni sevgili izleyicim nini mimlemiş. Bu mimleme yukarıda anlattığım gibi bir mimleme değilmiş meğer. Ben 2012 yılından beklediklerim ve dileklerim konusunda mimlenmişim. Madem ki mimlendim, ben de gereğini yerine getireyim. Bunun için 12 dilek yazmalıymışım, işte onlar:

         1- Tüm silahlar yok edilsin. Savaşlar bitsin. Hiç kimse ve hiç bir ülkenin elinde ateşli silah bulunmasın. Ateşsiz olanlar da toprağa gömülsün. 31 Aralık günü, her yıl her yerde "Dünya silahsızlanma günü" olarak kutlansın.
         2- Dünya üzerinde efendilik kalksın. Ya da tüm köleler efendi olsun. Feodal düzen yıkılsın. Herkes ağanın sofrasına değil, kendi sofrasına otursun.
         3- Dünya üzerinde tüm üretilenler ve yetiştirilenler, tüm dünya insanlarına eşit olarak paylaştırılsın. Hiç bir yerde aç, susuz insan kalmasın. Açlıktan hiç bir canlı ölmesin. Sömürü düzeni bitsin. 
         4- Kadınlar öldürülmesin, şiddet görmesin. 
         5- Her türlü ayrımcılık kalksın. İnsanlar ırklarından, dinlerinden, cinsiyetlerinden ve cinsel tercihlerinden dolayı herhangi bir ayrıma maruz kalmasın.
         6- Mutlaka ve mutlaka çok çoğalan toplumlarda nüfus planlaması yapılsın. İnsanlar çok üretip, az çoğalsın.
         7- Herkese sağlık hizmeti parasız olsun.
         8- Herkese eğitim hizmeti parasız olsun.
         9- Dünyanın her toprağı herkese ait olsun, dünyanın her insanı herkesin insanı olsun.
       10- Doğal kaynaklarımız verimli kullanılsın. Dünya'nın olağan sürecini yaşamasına izin verilsin. Bu süreç insan etkisiyle hızlandırıp olumsuza dönüştürülmesin. 
       11- Aşksız insan kalmasın. Herkesin bir aşkı olsun.
       12- Tüm bu mim'deki dileklerim gerçekleşsin.


not: Dileklerim kişisel olmadığından, bunlardan birinin gerçekleşmesinin tüm insanları etkileyeceğini varsayarsak, içlerinde katılmak istemediğiniz ve/veya ütopik ya da saçma bulduklarınız olabilir. İnsanlık için benim aklıma gelenler bunlar. Bana bu dilekleri yazma fırsatı veren ve beni mim'leyen nini' ye teşekkürlerimi sunarım.
          


22 Aralık 2014 Pazartesi

RÜYAMDA 22 ARALIK


Gece oluyor, evden dışarı çıkıyor ve kendimi bir tramvayda buluyorum. Yanımda tanımadığım biri var. Neresi olduğunu bilmediğim bir istasyonda tramvaydan iniyoruz. İstasyon platformu üzerindeki derin yarıklı merdiven boşluklarına benzeyen boşluklar dikkatimi çekiyor. Her boşluk aşağıda başka bir yerleşim yerine çıkıyor. Yanımdaki kişiden ayrılıyorum. Giderken bana, daha önce adının hiç duymadığım bir yerleşim yerinin adını söyleyerek; "akşam saat 8:00'de nino'da buluşuruz" diyor. Ben platformda yürümeye devam ediyorum. İstasyon kenarındaki yolun karşı kıyısındaki binalar ışıklarla donatılmış ve göz alacak kadar aydınlık olarak hızla gözümün önünden geçerken, binaların bir zaman sonra birbirini tekrarladığını fark ediyorum. Bir kaç bina sonra binalar ve içindekiler, çizgi film gibi aynı sıra ile tekrar tekrar geçiyor gözümün önünden. Yinelenen her bir bölümün ardında "nino" yazan tabela gözüme çarpıyor. Saatime bakıyorum 19:10 olduğunu görüyorum. Daha vaktim var diyerek istasyon merdivenlerinden iniyorum ve kendimi ring yapan bir trende buluyorum. "Nasıl olsa bir kaç durak sonra geri dönecek ve ben de tam zamanında buluşacağımız yerde olurum diyorum". Tam da dediğim gibi oluyor, tren bir süre sonra, metrobüslerin döndüğü gibi geniş bir kavisle geriye dönüyor ve ben de buluşacağımız yer sandığım istasyonda iniyorum. İstasyondaki saat geceyarısını gösteriyor. Merdivenlerden çıkarken, ilerisinin çok karanlık olduğunu görüyor ve burasının buluşacağımız yer olduğu konusunda kuşkuya kapılıyorum. Önümü görebilmek için bir aydınlatma maytabı yakmaya çalışırken, yanıma 1.90 boylarında ve file çoraplı, ince yapılı genç bir fahişe geliyor. Bu arada yaktığım maytap çöp şiş üzerine takılmış ve pişirilmiş köfte olarak görünüyor. Fahişe'ye: "Nino neresi biliyor musun" diye soruyorum. O da bana: "Burası değil" diyor. "Burası neresi" diye soruyorum. Bana, geldiğim yerin Cumhurbaşkanlığı şehri olduğunu söylüyor. Nasıl? diyorum. O da bana: "Başkanlık binasında çalışanlar için yapılmış bir şehir" diyor. Peki neden karanlık diye soruyorum. "Burada yaşayanlar aydınlığı sevmiyor" diye karşılık veriyor. Peki nino'ya nasıl gidebilirim diyorum. Bana karanlık yokuşun aşağısındaki ışık sızan pencereyi göstererek: "Oradan çıkarsan nino'ya ulaşırsın" diyor ve ben tam o anda bayan palabıyık'ın mavlaması ile uyanıyorum.

20 Aralık 2014 Cumartesi

RÜYAMDA 20 ARALIK

 Kendimi yanımda kim olduğunu bilmediğim kişi ile birlikte Gedikpaşa sokaklarında aktar ararken buluyorum. Uzun zamandır gitmediğim bu semtte öğrenci yürüyüşünün ortasına düşüyoruz. Biz de onlara katılıyor ve sloganlar atarak Kumkapı'ya doğru yol alıyoruz. Gurup, Nişanca Camiine gelince duruyor. Cami'nin otoparka dönüştrüldüğünü, bahçesinde üst üste arabalar yığılmış olduğunu görüyoruz. Herkes şaşkın gözlerle birbirine bakarken, caminin kapısında hoca beliriyor ve "bugünkü açık artırmaya hoşgeldiniz" diyor. Yanımdaki kişi: Hadi gel, biz gidelim, burada hurda otomobil satışı varmış" diyor ve biz aktar aramaya devam ediyoruz. Bir iki sokak daha gittikten sonra o civarda şimdiye kadar görmediğim büyük bir meydana geliyoruz. Meydan iğne atsan yere düşmeyecek şekilde tkılım tıklım dolu. Her yaştan, her cinsten, her sınıftan insan, Mahler'in Re Majör Dokuzuncu Senfonisini dinliyor. Biz de topluluğun kenarına sığışıp yere bağdaş kurarak oturuyor ve konseri dinliyoruz. Orkestrayı Herbert Von Karajan yönetiyor. O sırada yanımıza gelen Gustav Mahler, çalan senfoninin dokuzuncu değil onuncu senfonisi olduğunu söylüyor ve tam da şu anda yarım kaldı derken, orkestra'nın da o anda sustuğuna şahit oluyoruz. Herkes dağılırken biz de Beyazıt'a çıkan sokakları gözlemeye başlıyoruz. Uzaktan tanıdık bir bina görüp, yolumuzu bulduğumuzu anlıyoruz. Saat geç oluyor ve hava kararıyor. Bir an önce aktarı bulup aldıklarımızla eve dönmeyi düşünüyoruz. Caddenin tam karşısında önünde sergilenenlerden aktar olduğunu anladığımız dükkana geliyoruz. Dükkana geldiğimizde burasının manav dükkanı olduğunu görüyoruz. Birbirine bakan karşılıklı iki dükkandan birinde sırada insanlar beklerken diğerinden hiç kimse alışveriş yapmıyor. Biz de sıraya giriyoruz. Beklediğimiz yerin çok sıcak olduğunu sorduğumuzda: "Durduğunuz yer havalandırma çıkışının önü" yanıtını alıyoruz. Kendimizi oradan uzaklaştırıp sıra bize geldiğinde, tezgahta çalışan kadına ne olduğunu bilmediğim siparişmizi veriyoruz. Tezgahın arkasından ayrılıp yanıma kadar gelen kadının çıplak olduğunu görüyorum. "-Sizin istediğiniz şurada ama biraz yukarıda, boyunuz uzun, siz alır mısınız?" diyor. Ben de kadının dediği yere odaklanıyorum ve elimi uzatarak, kapaklı yiyecek kuvetini alıp kadına veriyorum. Bir taraftan da gözüm kadının cesurca sergilediği porselen görünümlü  vücudunda geziniyor. O anda aklıma Avrupa Kentlerindeki çıplak kadın heykelleri geliyor. Sanki bir sanat eserini seyreder gibi hissediyorum kendimi. Kuvetin içinden çıkardığı halka haka doğranmış yoğurtlu kabak kızartmasını bir kaba koyup tarttıktan sonra bize veriyor ve tekrar tazgahın arkasına geçip, sonraki müşteriye isteğini soruyorum.

12 Aralık 2014 Cuma

KLAVYENİN GEÇMİŞ ZAMAN TUŞLARI

Soft Screams Magazine The Ultimate Erotic Photography Magazine  Presents Sexxxalishus Fine Art Implied Nude

İ.E.T.T  Otobüslerine arka kapıdan binilip ön kapıdan inldiği yıllardı, üniversite yıllarımız. Arka kapı girişinin sağ tarafında kendine ayrılan yerde bilet kesen İ.E.T.T. görevlisi oturur, otobüse binen kişi gideceği yeri söyler ve uzaklığına göre biletini kestirirdi. Her mesafe aynı para değildi. Üniversiteden çıktıktan sonra, Beyazıt'tan bindiğimiz Levent Otobüsü, Beşiktaş'tan yukarı kıvrılır Yıldız yokuşundan devamla Levent'e giderdi. Barbaros Meydanı'nın önündeki viyadük (köprülü kavşak) sonradan yapıldı. Yapıldığı ilk yıllarda da bugünkü işlevinde değildi. Dolmabahçe tarafından gelen taştların Yıldız Yokuşuna dönmelerini kolaylaştırmak için, Ortaköy yönüne giden yolu üstten kesen tek yapraklı bir yonca görünümünde yapılmıştı. Viyadük şimdi ise yapılış amacının tam tersi olarak, Yıldız Yokuşundan gelip, Ortaköy yönüne gidecek araçlar için kullanılıyor yani eğimi gidişe göre yapılmış olan yol, tersine işletiliyor. Viyadüğün sağ tarafında denize yakın yerde o yıllarda Mimarlık Mühendislik Akademisi vardı. Merkezi sistemle öğrenci almaz, öğrencilerini merkezi sistemde iyice bir puan tutturan kişiler arasından önkayıtla, kendi sınavını yaparak seçerdi. Resim ve çizim yeteneğim iyi olduğundan ben de katılmıştım önseçimle sınavlara. Fakat hiç hesap etmediğim ve o yıllardaki yabancı dil yetersizliğim yüzünden, çizimlerim iyi olduğu halde sınavları geçememiştim. Kaldığımız öğrenci evimiz Yıldız Yokuşunun tam ortasında, o zamanlar Türkan Şoray'ın işhanı denilen binanın yanındaydı. Bize karşılık gelen durak ise, Serencebey Durağı idi. Beyazıt-Beşiktaş arası bilet ücreti ile, Bayazıt-Serencebey arası bilet ücreti farklı idi. Beşiktaş'tan sonra bilet ücreti bir kademe artardı. O kadar kısa mesafe için bilete fark ücreti vermek işimize gelmediği gibi, yürümek de istemezdik. Eğer çArşı'da ('Beşiktaş, Köyiçi' bugün bile aynı canlılığını koruyor) bir işimiz yoksa ve yemek de yemeyeceksek Serencebey'e kadar gitmenin çözümünü bulmuştuk. Bileti Beşiktaş'a kadar alacağız. Beşiktaş'ta inmeyeceğiz. Eğer görevli farkederse "tuh, Beşiktaş'ı kaçırdık demek, ya sen bizi Serencebey'de indir, n'apalım biz oradan aşağı yürürüz." diyecektik. Bu yöntem öğrenciliğimiz boyunca tutmuştu ve haftanın bir-iki günü o diyalog gerçekleşiyordu. Böyle yaparak, bir ayda üç öğün yemek parası kadar bir para tasarruf ediyorduk. Biz buna "Eğitime Belediye Katkısı" derdik. Öğrenci olunca bunlar masum kaçamaklardı. Devlet'in katkısına gelince: Aldığımız öğrenci kredisi 450;-tl idi. Kesintiden sonra elimize 415,-tl. geçerdi. Bu para ile, Köyiçi'nde bulunan (bugün hala var mı bilmiyorum) Kardeşler Lokantasından 15,-tl. karşılığı günde bir öğün yemek yiyebilirdik. Tabii ki hergün yemek için aynı parayı harcamazdık. İlk günler için geçerli idi bu miktar. Diğer günler yarısı kadar harcayabilirdik ancak. Geri kalan yol parası olur, Beşiktaş-Serencebey arasındaki fark da bazen yemek, bazen kız arkadaşla sinema olarak bize dönerdi. Öğrenci evinin kirası içinse zaman zaman aileden gelen para kullanılırdı, zaman zaman ise kısa ve geçici işlerde çalışılırdı. Yaptığım kısa ve yarı zamanlı işlerden biri, Beşiktaş-Levent arasında çalışan dolmuşlarda muavinlik yapmaktı. Tanıdığımız, daha doğrusu tanıştığımız bir Dolmuş Şoförüne rica ederdik, o da bizi kırmaz yardımcı olmamıza izin verirdi. Kimler binmezdi ki dolmuşa, Ortaokul öğretmenimiz, Yeşilçam'ın ünlüleri, "Evladım sen neden dolmuşçuluk yapıyosun, temiz pak çocuksun, okuyo musun?" diyen teyzeler...O yıllarda bağırdığım durak isimleri bugün hala aklımda, Beşiktaş'tan kalkışta sırası ile: Levent, 4 Levent, Sanayi, İstinye, Yeniköy, Tarabya, Büyükdere, Sarıyeeer...Bugün aralarına başka duraklar da girmiştir. Belki de kalkmıştır. Bilmiyorum, o güzergahta yakın zamanlarda yolculuk yapmadım. Yukarıdaki resim mi? Aslında yazacağım yazı o resme uygun bir yazı olacaktı ama elim klavyenin 'geçmiş zaman tuşları'na takıldı.

28 Kasım 2014 Cuma

ANKARA'NIN EN GÜZEL YANI:?

 
Ankara'yı en son gördüğümde toz bulutu içindeydi. Doğu Akdeniz'den dönüyorduk. Bozkırın ortasına geldiğimizde uzun zamandır görmediğim bir fırtınanın ortasındaydık. Batıdan doğuya esen rüzgar önüne ne kattıysa alıp getiriyor, büyük çalı yumakları yolun bir tarafından diğer tarafına geçiyordu. Arada bir arabaya vuranlar da oluyordu. Böylesini western filmlerindeki çöl fırtınası sahnelerinde görmüştüm sadece. Uzun zaman önceydi. Aslında o geziden dönüşte kızım için Ankara'ya Ata'nın Anıt Mezarına da uğrayacaktık. Bunu hepimiz çok istiyorduk. Fakat o hava koşullarında çok zaman kaybettiğimizden ve şehir tozdan topraktan görünmediğinden yolumuza devam etmeye karar vermiştik. Gün boyunca o anı bekleyenler olarak çok üzülmüştük. Kızım çok istediğinden olacak, yol boyunca neden Anıtkabir'e gidemediğimizi sorgulamaktan yorulmuş, uyuyakalmıştı. Ankara'ya gitmiş sayılmazdık. Fakat yine de Yahya Kemal'in; "Ankara'nın en güzel yanı İstanbul'a avdet etmektir" sözünü anımsadım. Aslında Ankara'nın keçisi, kedisi, armutu güzeldir. Dönerken insan, bunları özlerdi. Yahya Kemal Ankaralı bir kızı sevseydi, acaba yine de böyle mi düşünürdü diye sordum kendi kendime."Bak" dedim, "Eğer Ankaralı bir kızı sevmiş olsaydı bu sözü söylemezdi büyük şair." Yahya Kemal deyince, toplumsal bir şair olmamasına rağmen sözcükleri kullanmadaki ustalığını ve şiirlerindeki müzikal havayı beğenirdi babam ve onunla iligili şu çarpıcı bilgiyi vermişti yıllar önce: "Çok pasaklı biridir" derdi. "Çok iğrenç yemek yer, o gün taktığı kravattan ne yediğini anlayabilmek mümkündür" derdi. Çocuktuk o zaman, ben de nasıl yemek yenmeli diye sormuştum, öyle ya! Koskoca şair kötü bir yemek yiyici idi. Aldığım yanıt hâlâ kulaklarımdadır: "Evlâdım" dedi, "Kuralları insanlar koyar, yemek yeme konusunda hiçbir şey bilmiyorsan karşındaki insanı tiksindirmeden yemek en önemli yol göstericin olsun". O zamanlar dahi Anadolu'da ve İstanbul'da hala yer sofraları kuruluyor, ortadan yeniyordu. Bazı evlerde bireysel tabak denen şey yoktu. Genellikle her çeşit yemek için kaşık kullanıldığına tanık olmuşumdur. İki yıl öncesine kadar yöneticilik yaptığım işyerinde, kırsal kesimden göç etmiş bir aileden, İstanbul'da yetişmiş, üniversite bitirmiş stajyer olan evli  bir genç adam vardı. Aralarında kadın da olan bir kaç kişi birlikte yemek yiyorduk çoğunlukla. Genç adamın her yemeği kaşıkla yediğine, ağzını şapırdattığına tanık olmuştum. Kadınların rahatsız olduğunu gören ben, özenle, sanki onun da dikkatini çekecek kadar görmesini isteyerek yiyordum yemeğimi. Birlikte yemek yiye yiye, zamanla onun da yemeğine göre çatalı, bıçağı kullandığını, yerken ses çıkartmadığını ve büyük bir incelikle yemeğini yediğini gördüm. Anlattığım yakın devirde bile bireysel tabak yoktu amma! bakın yüz yıl önce Tevfik Fikret ne demişti. Yanılmıyorsam "Küçük Aile" şiiri idi. Yeni doğmuş bebek aileye katılınca:
    "Ev yeni bir misafire tahammül edemezdi.
     Bir fazla tabak sofrayı bir dağ gibi ezdi."
Bu da, Tevfik Fikret'in yaşadığı çağdan ne kadar ileride ve modern dünyaya ait olduğunun bir kanıtı idi. Yoktu, çünkü o devirde sofraya her birey için tabak konmazdı. Galatasaray Lisesinde Müdürlük yaptığı dönemde odasında bulunan tıraş takımları ve günlük kişisel bakım araçları "zenne eşyası bunlar, zenne eşyası!" diye küçümsenmiş ve kendisine iftira atıldığı da olmuştur.
Ankara'ya gelmek için yeni bir fırsat yaratmak istiyorum. Çok uzun zamandan beri görmedim. Belki çok şaşıracağım. Bir iki eski dostu da görmek fena olmaz hem. Belki yeni dostlar da edinirim, bana: "Ankara'nın en güzel yanı İstanbul'a dönmek" dedirtmeyecek.
 

27 Kasım 2014 Perşembe

TERAPİ

http://www.hippopress.com/imgcache/17d21d9d5f11d800b468026891420b18.jpg
Yağmurdan nefret ettiğinizde, güzel bir şey okuyun ve kahvenizi yudumlarken yağmuru dinleyin. Ancak bu eylemin kalıcı ve başarılı olması suya yazı yazmamaya bağlıdır.

24 Kasım 2014 Pazartesi

KAÇACAK YERİ YOK


Diziler hakkında şimdiye kadar yazmadım. Ne de olsa sadece belgesel:) Yalnızca, bir dizi'den iki fotoğraf karesi kullanmıştım "Repression" adlı yazımda. Kanal D doğrudan doğruya izleyicileriyle oyun oynuyor. Aslında oyun ve eğlence programlarını bir kenara bıraksa ve bu tavrını devam ettirse hiç de kötü olmaz. Hem izleyiciler, her hafta acaba bu dizi nasıl diye ekran karşısına geçer hem de diğer yarışma ve eğlence programları için bütçe ayırmasına gerek kalmaz. Kanal'ın ceo'suna benden öneri(!). Diyeceğim güzelim dizileri izleyicisinden habersiz yayından kaldırması yetmiyormuş gibi, onları öksüz ve yetim kalan çocuklar gibi ortada bırakmış olmasından ötürü ne bir açıklama ne de bir özür geldi bugüne kadar. Pat, efendim neymiş dizi reytinglerde üçüncü-beşinci olmuş. Kanal D zaten tüm izleyenler ve tüm saatler arasında en çok izlenen kanal. Bunun kanal'ın kendisi grafiklerle açıklamıştı. Hal böyle olunda ekrana koyduğu dizinin üçüncü ya da beşinci olması ne gam olmalı diye sorası geliyor insannın. Günde 18-20 dizinin yayınlandığı tv kanallarında, yayındaki bir dizinin birinci ol(ama)ma olasılığı ortada iken bu açıklama inandırıcı gelmiyor. Saçma sapan diziler yayında kalırken kaliteli yapımların reytinge kurban gitmelerine üzülüyor insan ve "bu dizileri kimler seyrediyor" diye sormaktan da kendini alıkoyamıyor. Zaten en çok izlenen bir kanal, o gün ve o saatte dizisinin beşinci sırada olmasıyla amacına ulaşmış sayılmaz mı? O gün ve o saat, maç günü ve maç saati olmasına, yayında spor programları bulunmasına rağmen üçüncü- beşinci olması da başarıyken bu kaygı neden.
Yayından kaldırılan dizilerden biri "Benim adım Gültepe" idi. İzmir'in yoksul ve dış mahalllerinden birinde yaşayan ve her birinin ayrı ayrı hikayesi olan bizden birilerinin anlatıldığı dizi. Oyuncu seçiminden oyunculuğa kadar, hikayesine kadar bizden olan bir diziydi. Çocukların hikayesi bile başlı başına bir dizi olabilecek sağlamlıkta bir çalışmaydı. Yazık oldu. Günlerce bir başka kanal satın alsa da bitmese dedim ama nafile.
Urfalıyam ezelden .ötünü kurtardı. O da bizim küçük insanlarımızın dizisi. Kız kaçırma yüzünden çıkan kan davası yüzünden Urfa'dan İstanbul'a göçen, sıra gecelerine çıkan müziysen bir aile üzerinden İMÇ ve müzik dünyası anlatılıyordu. Hem her ne kadar kan davası ile göç etmiş bir aile olsa da maço görünümlerinin altında yatan duygu ve insanlık gibi barışçıl yaklaşımlara bugün de ihtiyacımız var diye düşünüyorum. Dizi de kullanılan türküler de işin bir başka güzel tarafı idi. Dizi yine reyting kurbanı oldu bir haftalık ayrılıktan sonra diziyi satın alan bir başka kanalda yayınlanmaya başladı. Satın alan kanal'a buradan teşekkür ederim. Bir de sormak istediğim, reyting nasıl bir şeydir, kim belirler, kimlerin evindedir, bu sorumluluk kimin üzerindedir? Hiç bilmem aklım ermez.
Gelelim Kanal D'nin bundan sonra yaptığına. Yayından kaldırdığı dizilerden sonra ağzı öyle bir yanmış olmalı ki, Pazar günü ilk bölümünü yayınladığı yeni dizisini de kurban etmek istemediğinden işi şansa bırakmamış, yaptığı reklamlar, galalar vs. ile izleyiciyi ekran başına çekmeye çalışmış. Başarıp başaramadığını yine kendince yaptığı araştırmalar gösterecek. İlk günü bunu başarmış olsa da bakalım sonraki günlerde bu ilgiyi ve arzu ettiği, hedeflediği reytingi(!) tutturacak mı? Bana sorarsanız işi zor. Ama hiç belli olmaz. Diziyi çok iddialı bir şekilde ortaya koydu. Her şey güzel olsa da hikaye ve senaryo havada kalmış gibi görünüyor. Hikaye öncelikle uyarlama. Uyarlarken yuvarlanıp gitmiş gibi... Başta anne, Balat'ta büyümüş, sonra kocasının isteğiyle kendine göre zorunlu olarak Ayvalık'a göç etmiş, 25 yıldır da orada yaşıyor, çift-çubukla uğraşıyor. Koca'ya bakıyoruz, pısırık, elinden bir iş gelmez gibi, süklüm püklüm gösterilmiş bir adam. İlk bölümün ilk dakikalarında kaynpederiyle çata- çat kavga edip adamcağızın kalp sektesinden oracıkda ölmesine sebep olan bu cevval kadın, nasıl oldu da bunca yıl pısırık kocanın isteğiyle oralarda kaldı anlaşılmıyor. Bu cevval kadın yine aynı şirretliğiyle kocasının ölümüne de birinci dereceden sebep olacaktır. Bir kadın iki saatte (dizinin ilk bölümü içerisinde) hem kayınpederinin ve hem de kocasının ölümüne sebep olacak kadar fevri ve cevval fakat hiç sesi çıkmadan ve 25 yıl Ayvalık'ta kalıyor? Bu kadın okulu terk etmiş eğitime liseden sırt çevirmiş, aynı anda üç kıza birden işmar eden, elinden bir kaçanla bir uçan kurtulan, serseri ruhlu, hayta ve ileride suç makinası olacak potansiyeldeki oğluna: "sen ileride büyük adam olacaksın, herkes senin önünde el-pençe duracak" derken, herhalde onun ileride (dizinin başlangıç sekansına göre 5 yıl sonra) mafya babası olmasını öğütlüyor olamazdı (!). Bu nasıl bir anne figürüdür?
Dönüşlerinde de hiç İstanbul görmemiş gibi, sudan çıkmış balık oluyorlar ve hiç bilmedikleri "Altın işne" paralarını yatırıyor bu çiftçi aile. Her şey kurgu, her şey yapay bir "ben yazdım oldu" senaryosu.
Zeki-Metin'in "Köyden indim Şehire" komedi tarzı hicivlemesi bundan daha ciddiydi(!).
Küçük oğlan, okumuş hukuk bitirmiş, bir hukuk bürosunda staj görüyor, icra dosyaları hafif geliyor, bu zeki (!) stajyer çocuğa. Alacak davalarına bakan hukukçusuyu küçümseyen fakat babasının "kör gözüm kör parmağıma" intihara gidişini anlamayan ve arkasından bakacak kadar da çok zeki(!) biri aynı zamanda bu hukuk mezunu çocuk.
Daha çok yazılacak şey var ama bir hatırlatma, Turgut Özal'ın: "Ben zenginleri severim" demesi gibi, bizler de zenginleri severiz. Herkesin özeline meraklıyızdır. Bu dizilerde anlatılanları izlemek, kişilerin özel hayatlarını izlemek gibi geliyor bana. Çünkü çok kişiseller. Toplumsal hiçbir yanı yok. Sosyal yanı zayıf. Gerçek hayatta popüler ünlülerin özel hayatlarını merak ettiğimiz gibi merak ederiz dizideki özel hayatları da. Dizide şimdilik zengin yok ama sınıf atlamak isteyen karakterler var. Bu da ilgiyi ayakta tutar nasıl olsa. Nasıl mafya babası olunacağını da göreceğiz. Şimdiden küçük bir çetesi oldu bile büyik oğulun. Onlara nasıl sınıf atlatıldığını ve nasıl zengin olduklarını öğreneceğiz. Kendimizden olanları sevemedik bir türlü. Ecevit'in bile mavi gömleği, sümerbank ayakkabısı ile alay ettik. "Adam kendini kurtaramamış, bizi mi kurtaracak" dedik. Kaşanelerde oturan, saray yaptıranları sevdik. Nasıl olsa seyirci bunlara kafayı takmaz. Başını yediği dizilere bakılırsa "Şeref Meselesi" nin kaçacak yeri yok.


Not: İvedi yazdım, yazım hatalarından dolayı özür dilerim.

23 Kasım 2014 Pazar

DAMLA DAMLA DÜŞÜYORSUN İÇİME

 
Ne zaman seni düşünsem
Bir kedi sıçrar balkona,
Yavrularını büyürken görürüm.
Her gün onlara
Kağıttan yumak yaparım.
Bir parça yağmur bulutu
Akmasın diye üzerlerine,
Yan yatırdım toprak kübü.
İçindeler şimdi.
Seni düşünürken,
Nerede yalnız bir kedi görsem,
Elimin değdiği yere mama bırakıyorum
Yesinler diye.
Çiçekler daha çabuk büyüdü
Seni düşününce,
Prag'da gotik bir katedral geliyor gözümün önüne.
Meydana bakan cafede bira içiyorsun.
Seni alıp bana getiriyor,
Kuzeyden esen soğuk rüzgarlar
Yağmur olup gökyüzünden
Damla damla düşüyorsun içime.

21 Kasım 2014 Cuma

AÇIK MEME GİREMEZ !


 36. Dyo Resim Yarışması'nın Cemal Reşit Rey Kongre Merkezinde, sergilenme hakkı kazandığı halde "Çilek Seven Kadın" eserinin sergiye dahil edil(meme)si üzerine, ressamı Metin Çelik, resimdeki kadının bir meme'si açık olduğu için sergiden çıkarıldığını söyledi. Sanatçı, Facebook hesabından yaptığı açıklamada: "Salona meme girmesi yasak!" dedi. Sanatçının açıklamasını çok abartılı bulduğumu söyleyebilirim. Haksızlık etmiş, o kadar da değil. Salona "açık meme" girmesi yasak diyebilirdi. Öbür türlü gerçekten de cinsiyet ayrımcılığı yapılıyor ve kaç-göç uygulanıyor anlamı doğuruyor oluyordu!:)

16 Kasım 2014 Pazar

BİR ŞEYLER YAZMAK İSTEDİM

 
Sonraki blog, sonraki blog gezerken, sayfalarını yoruma kapatan bloglar görüyorum. Ben onları "kendi kendine yayın yapan radyo istasyonları" olarak adlandırıyorum. Yazdıkları ya yorum yapılamayacak kadar önemsiz ve değersiz şeyler ya da mükemmeller. Yoruma kapalı blogların, değersiz ve yorum yapmaya değmeyecek kadar önemsiz olmalarını, o yazılara (bunlar şiir de olabilir düz yazı da) yorum yapmak için harcanacak zamana yazık olmaması bakımından isabetli buluyorum. Eğer eksiksiz ve bir filozof bilgeliğiyle yazılmış iseler, bu blog sahiplerinin toplumun önünde ve onların huzurunda olmaları gerekir diye düşünüyorum. Yani "yerin bu yer değildir" gibi. Acaba yorum ve eleştiriler can sıkıcı olur diye mi böyle yapılıyor onu da anlamış değilim. Yazdıklarıyla yüzleşmekten kaçıyorlar diyebilir miyiz? Yoksa salt yazmak mı amaçları? Kendini tatmin. Bazı anneler gibi, kızına düğün yapmayı, kızından daha çok ister, çevresi için, kendi için...Bu bir suçlama değildir. Anlamaya çalışıyorum. Tüm bunların yanıtlarını yine yoruma kapalı blog yazarları vereceklerdir. Umarım içlerinden biri okumuş olsun. Sayfam yoruma açık. Belki de eleştirel anlamda fazlaca dikkat çekecek bir konu da değildir, ben büyütüyorumdur. Maksat konu olsun.

Çocukluktan ve hatta doğuştan arkadaşım eski dostumun üniversiteyi bitirmiş kızı, bir buçuk yıl kadar önce annesinin yakın arkadaşının önerisi ve yardımıyla bir vakıf üniversitesinin sekreteryasında göreve başlamıştı. İşe girmesinde yardımcı olan kadın; "geleceğini bu işe dayalı kurmasan bile, kısa zamanda sekreteryanın şu kademesine kadar yükselir, oradan ayrılırsan bir "titr" kazanır ve kariyerin için sana faydası olur" demiş. Fakat bu söz başka türlü anlaşılmış yani "ben seni şu kademeye getiririm" demişmiş. Gün gelip, o kademeye başka biri atanınca çıngar çıkmış. Anne, kızının işe girmesine öncülük eden ve kurumun hukuk müşaviri olan  kadın arkadaşına çıkışmakla kalmamış, devreleri atmış, aralarında arbede çıkmış. Gerekçe: "Sen verdiğin sözü tutmadın."
Konu benim de bulunduğum ortamda konuşulurken dedim ki: Birincisi, yetişkin kişilerin iş, aşk, yaşam ve evlilik gibi kurumlarının içine anne-baba bu kadar girmez. Kişiler de ebeveynelerini bu kadar işin içine sokmaz. Gider kendi konuşur, eğer ortada verilmiş bir söz varsa bile bunun neden böyle olduğunu sorar, anlamaya çalışır, hala orada kalmasına gerek yoksa yolunu çizer. İkincisi: "Acaba, vaad edilen mevki ve verilmiş söz karşılığında  kız, bir başka ve o an için daha iyi bir işi geri çevirmiş mi?" diye sordum. Hayır dediler. Öyleyse, bunu iş hayatının bir gereği gibi görecek, bundan sonraki çalışma hayatını verilen sözlere göre değil, kendi çabaları ile şekillendirecek.
Bugün kafamı meşgul eden önemsiz konular bunlardı. Bu soğuk, çisentili, kapalı ve karanlık havada anne-kız Çağan Irmak filmine gidince, evde kalmayı tercih eden ben bir şeyler yazmak istedim.


Not: Mısır Pramitlerini TOKİ yapmış.

6 Kasım 2014 Perşembe

DÖNÜŞ VAKTİ !


Sık kullanılan her şey zamanla bıkkınlık verir. Twitter'dan bıkanlar için Blogger'a dönüş vakti gelmiştir. Serçeniz kargaya dönmeden gelin, kapımız açık.

HANGİSİ DAHA CESUR ?


Fotoğraf: Bettina Rheims, 2009 Paris.

 
Tablo: Edouard Manet, 1863 Paris.

2 Kasım 2014 Pazar

EMRULLAH EFENDİ'NİN SÖZÜ:


 

Emrullah Efendi'nin yüz yıl kadar önce söylediği "mektepler olamasa maarifi ne güzel idare ederdim" sözlerini insan, son yıllarda yüzlerce madencimizin canını verdiği maden ocakları için söylemek istiyor. Şu maden ocaklarını artık çalışma hayatından, enerji sistemlerinden, ekonomiden çıkarın. Hiç olmazsa bir süre üretimi durdurun. Denetleyin. Gerekli koşulları yerine getirmeyenleri kapatın gitsin. Üretim, güvenli ve en az riskli hatta hiç risksiz ocaklarda yapılsın. Bu şekilde zaten geriye dağlanmış yüreklerden ve aşırı kâr ile işçileri sömürerek "tower" (!) lar yapan kapitalcilerden başka bir şey kalmıyor.

BİR ZAMANLAR ANKARA'DA...


 Kimi zaman İstanbul plakalı bir taksiden inerken görülmüştü.
 Mütevaziliğiyle dikkat çekerdi.
 Espriliği kişiliği ile siyasete renk katmıştı.
 Sol parti liderleriyle bir araya geldiği restoranda "bir şey almak ister misiniz, efendim diyen      garsona: "Teşekkürler biz birbirimizi yiyeceğiz" demişti.
Hiç sıcak bakmadığı siyasete yıllar sonra neden girdiğini sorduklarında: “Ülkemi benden daha kötüleri    yönetmesin diye!” demişti.
 Sizi bu sıralar sinema salonlarında göremiyoruz pek, diyen muhabire: "Tabi sinema salonları  karanlık oluyor"   demişti. 

 Bu kişi kimdi?

28 Ekim 2014 Salı

ARTI DEĞER İLİŞKİSİ



 
Hiçbir işletmeci ya da patron yoktur ki, işçiye ödedikleri yüzünden işletmesi batsın; hiçbir işletmeci ya da patron yoktur ki, işçiyi sömürerek kâşaneler yapmasın.

22 Ekim 2014 Çarşamba

SİYASETİN SKORU

Keşke iç ve dış siyasetin de tabelaya yazılan bir skoru olsa...

 Not: Roma-Bayern Münih Şampiyonlar Ligi maçını izledikten sonra.

19 Ekim 2014 Pazar

EN GÜZEL DİLEK

        "35 yıl; yolun yarısı değil, birlikte 
          geçireceğimiz yılların yarısı olsun" 
dedim.




7 Ekim 2014 Salı

FENOMENOLOJİK



Dünya, benzeşik anılar ve birbirine paralel yaşamlar ile dolu...
Geçmişte yaşayıp üzerini kapattığın anılarının, aynı mekanlar fakat başka bir zaman diliminde yine bir başkası tarafından yaşandığını görmek...


Hafıza olmalı. Unutmak belleğin hastalığıdır. Yaşamın tüm zaman diliminde olmasa da, yorucu olan unutmamak değil; geçmişte yaşadıklarını, bugün yaşayan bir başkası ile gündelik gerçeklik içinde yüzleşememek...



6 Ekim 2014 Pazartesi

5 Ekim 2014 Pazar

HEKTORCA

 Ilse Bing - The Newsdealer. Place de la Concorde, Paris 1947.
Söz konusu olan usul değil esas ise; usul esasa terk olunur.

YİNE-Lİ-YORUM IV


http://www.theasc.com/blog/wp-content/uploads/2010/10/10_woodman001.jpg

Olgunlaşan başak eğilir, olgunlaşmadan dik durmaya çalışmak, fosseptik çukurunda batmamak için başını dik tutmaya benzer.

Mide yerine taşlık taşıyan kişiler, sindirim sorunu çekmezler.

Her kadının onurlandıracağı bir erkek olacaktır mutlaka.

Askerlik eğitiminde, hedeflerin ve nesnelerin yerini belirtmek için bir referans cismine göre "öteki, beriki, ötesi, berisi" tabirlerinin kullanılması öğretilirdi, o yüzden "öteki" tabiri eşyaya mahsus olmalı.

Aynı kişiyi yeniden sevmeye evet, fakat göze almaya hayır. Göze almanız gerekecek şeyler varsa ve size acı verecekse, eski sevgililerinizden 'bir yenisine kadar' ayrılın."


24 Eylül 2014 Çarşamba

YİNE-Lİ-YORUM III



Sürekli batıya gidersek, arkamızda kalan her yer doğu olur.
Doğuya giden otobüse binip, batıya gitmeyi düşlemek; aşağı inen asansöre binip, yukarı çıkmayı beklemeye benzer.

"Baraşılı" da "başarılı" bir yanlış yazımdır..

Bir zamanlar Cüneyt Arkın'ın bir film için verdiği çekimlerden iki film çıkarıldığını ve sanatçının bundan habersiz olduğunu okumuştum.

Eleştiriye her zaman açık olmak gerek. Yapılan bir yanlış, eleştiri ile düzeltilebilir. Bunda gocunacak bir şey yoktur. Hiç birimiz tam anlamıyla yazar değiliz. Kaldı ki, düzeltmenimiz de yok. Eleştiriyi yapan kişi, yeter ki, karşısındakini rencide etmesin ve saygınlığını yitirmesin. Kişi, yanlışını düzelttikten sonra karşılığında teşekkür etmese de olur...

 Bach'ı dinledikten sonra, (klâsik müzik dışındaki) diğerleri 'süt vermeyen meme' gibi geliyor...

İnsanoğlu yirminci yüzyılın başından son dönemlerine kadar, gerek ritm, gerek tarz ve gerekse yorum olarak her on yılda bir yakaladığını '90'lardan itibaren artık yakalayamaz olmuş, bunu müzikte de görmek mümkün. Hala Pink Floyd'da, Led Zeppelin'de, İron Maden'da, Jethro Tull'da, Fikret Kızılok'da buluyoruz kendimizi. Popüler olanı hiç söz etmiyorum bile. Her devirde birbirinin tekrarı, sabun köpüğü işler onlar.

Beynin özgürleşmesinden, onun kafatasından çıkıp gitmek olduğunu anlayanlar; boş kafataslarınızı saksı yapın.

Tanışma evresinde duyguların öne çıktığı anlarda es geçilen bazı davranışlar, aynı çatı altında yaşamaya başlayınca çekilmez olabiliyorsa; kişilerin yapması gereken, sevgi ve aşk duygusunun sürekli doruk noktada olmayacağı uzun zaman dilimi içerisinde katlanamayacağı bu davranışları bilerek bir kez daha düşünmeleridir.


Foto: Brassai (Untitled 1933)

23 Eylül 2014 Salı

YİNE-Lİ-YORUM II

 The Birth of Day - Joan Miro

Kalemin kağıt üzerinde bale yapar gibi harfleri işleyişini, eski plaklardan gelen o cızırtılı sesi zaman zaman özlüyor ve duymak istiyorum. Onlara dokunmanın verdiği haz da bambaşka tabii. Gittikçe bunlardan uzaklaşıyoruz. Bir zaman sonra( daha değil ama) antika olacaklar.

Kişileri tanımamıza yardımcı olan yayınladığı postlar değil, yorumlarıdır. Bazı postlarım kısa "bir kelime bile etmeden" derdini anlatan türden olabiliyor bazen ama yorumlarımı yazarken çoğunlukla bu cimriliği göstermiyorum. Bazen yorumlarım bir post kadar uzun olabiliyor. Yeteri ve gereği kadar ve hatta daha fazlasını yazıyorum. Yazdığım yorumlarda da amacım yazıyı eleştirmek değil yazıdaki olay örgüsü içinde bulunan kişi ve olayları yorumlamak. Kısaca; "çok güzel olmuş, eline sağlık, çok beğendim, ne kadar da güzel yazmışsın" şeklinde yorum yapmıyorum. Çünkü, yazının edebi değeri beni ilgilendirmiyor. Beni ilgilendiren,  yazıdaki kurgu ve olay bağlantıları oluyor genellikle.

 Bir yandan ortak tutkuların ortaya çıkması sevindirirken diğer yandan kayıpları üzüyor insanı. Popüler olmayan bir sanatçıyı sevmek, paydası çok geniş bir alan olmadığından aynı noktada buluşmak ilgiyi artırıyor.

- " Bazen 'aşk' kavramına mı tutkunuz diye düşünüyorum. O kavramın bize hissettirdiklerinin yansımasını aradığımızdan mı acı çekiliyor? O  yüzden mi 'aşk affeder?' insanın çoğalma dürtüsünün ötesinde olduğunu farz ettiğimiz bu duygular nedir aslında? diye sordu."
 - Ben de: Sorularına kendi görüşümle yanıt vermem gerekirse, dedim ve "Aşk yaşamadan, yaşanmayacağına inanıyorum. Yaşanamayan aşkın da daha çok acı verdiği kanaatindeyim. Aşk yaşanırken değil, yaşayamazken acı verir. Yaşanamayıp acı çekmektense, yaşanması gerektiğine inanırım. Bittiği zaman da gitmesini bilmeli insan, bunu yasa dönüştürmemeliyiz. Aşk tutku ve ideallerin en yükseğidir. Aşk kendinin daima ilerisindedir. O varsa hiçbir şey ondan daha değerli derğildir. O'nun üzerine birşey konulamayacağına göre, gerisi için söylenecek fazlaca söz yoktur. Bunun için aşk tüm günahları affeder. İnsan ya hayatında bir kez ve son kez o tek sarılmalık boşluğu dolduracak göğüs bulur ya da bulamazsa bulmak için her zaman o boşluğu dolduracak anı bekler. Bunun çoğalmakla bir ilgisi olduğunu sanmıyorum, dedim.


Resim: Joan Miro (The Birth of Day)

19 Eylül 2014 Cuma

YİNE-Lİ-YORUM I


 
Bekle ve budala ol, korkma ve utanma. Beklediğin yerde terk et. O yer, senin beklediğin yer değil terk ettiğin yer olsun. Terk edilmek, bekletilmenin verdiği acıdan daha çok acı verir. Böylece acı çeken sen olmazsın

Gelmeden pisleyenler olduğu gibi, pisleyip gidenler de oluyor hayatta. İkisini de görmemenizi dilerim.

Güzel bir film izlemenin, güzel bir insanı tanımanın, güzel bir kitap okumanın, güzel anılar biriktirmenin ve bütün bunların hakkında fikir sahibi olmanın kıvancını taşımak gerek.

Dozu aşıran anne-babalar, yan etkiden en çok etkilenen ise çocuklar. Aşırı doz her zaman sakıncalıdır. Evliliğin üretim tarihi belli ise de, son kullanım tarihi kişilerin dozuna göre değişiyor. "Sürdürülebilir evlilikten" yana bir insan olarak, "tahammül edilemez" hale getirmemek düşüncesindeyim. Yan etkiden kurtulmanın en pratik çözümünün paylaşmaktan geçtiğine inanıyorum. Anlaşabilmek kadar ve hatta ondan daha fazla belki paylaşmak önemli. Bireysellikten kurtulmak, erişilemez hedefler koymamak, küçük hedefler koyarak erişmek sonra başka bir hedef koymak, evlilik ve yaşam yolunda bebek adımları ile yürümek, tuğla tuğla inşa etmek, ne istediğini bilerek ona göre davranmak, isteklerinin gerçekleşmesi için evlilik bir engelse yapmamak...vs. vs. Tüm olumsuzlukları çocukların ulaşamayacağı yere koymak gerek, şeker sanıp yemesinler, acı ilacı:))

Her toplum aynı anda ilerlemiyor. Halkanın ilerisinde olanlar da var, gerisinde olanlar da. Hâlâ yabanıl dönemden kalma alışkanlıklarımızı taşıyoruz. (hep söylerim, yine söyledim:)) Örneğin, D 100 Karayolundan bir resim Hindistan ya da Pakistan'da çekilseydi, görece olarak düzenli bir trafik görüntüsü verirdi. Neden derseniz: "Hiç olmazsa karayolunda fil, inek ve öküz arabası yok." derdik. Bir Hindistanlı da, eğer kendi trafiğinden şikayetçi ise böyle bir resmi hayal ediyordur, kimbilir. Bize gelince; bir kaç fırın ekmek yememiz gerek... Daha ilerilere gitmek için buna mecburuz...

"Mutluluk diye bir şey yoktur, mutlu olmayı istemek vardır" dedi.
"Evrende ve düşüncede olmayan bir şeyi nasıl istersin?" dedim.
dedi ki...
" 'nasıl istersin'  kısmını ancak görsel olarak gösterebilirim ama istersin. Hiç olmadı mı?" dedi.
ben de dedim ki:
"Nasıl istediğinin video kaydını gönderebilirsin". dedim.
 (hala bekliyorum)

Doğru karar: Bugün, sizin çok daha iyi konumda olmanızı sağlayacağınızı düşündüğünüz halde, geçmişte 'hayır' dediğiniz ve üzerinden yıllar geçse bile kişilik ve yaşam tarzınıza göre 'yine hayır' diyeceğim demek suretiyle almış olduğunuz  karardır.

14 Eylül 2014 Pazar

RÜYAMDA 14 EYLÜL

 
 Çocukluğumun geçtiği, bahçesinde çeşitli meyve ağaçlarının bulunduğu, dalından meyve yediğimiz o çok sevdiğim tek katlı lojman evinde buluyorum kendimi. Günün hangi saati olduğunu tam olarak hatırlamadığım bir anında kapının zili çalıyor. Açıyorum. Karşımda, üzerinde giysileri olmayan kadın bir hristiyan rahibe duruyor. İçeri buyur ediyorum. Beraberinde getirdiği ile içeri giriyor. Elindekini holün ortallık yerine koyuyor ve kapı girişindeki iskemleye oturuyor. Baktığımda yanında getirdiğinin çifte mezar olduğunu görüyorum. Mezarlardan birinin üst toprağının kabarıklığından gömülü olduğunu anlıyorum, diğeri ise boş ve henüz kazılmamış. Aile mezarlığı olsun gibilerinden ileriye dönük olarak alınmış gibi. Aynı esnada, kendimi evin bir başka odasında buluyorum. Burada elimde tornavida ile, o güne göre yirmi yıl sonra yaz aylarında kullanacağımız deniz kenarındaki evde bulunan ranzanın vidalarını sıkıştırıyorum. Bir süre sonra işim bittiğinde elimdeki tornavida ile hole geçiyor, rahibenin de gitmiş olduğunu görüyorum.

11 Eylül 2014 Perşembe

KUM SAATİ

 

Yazma ortalamasının çok düştüğü aylardan sonra, tatil ertesi yeniden yazılarla buluşmak ve yeniden yorum yazma fırsatı elde etmek çok güzel.

Bir fotoğraf makinası olsa; sadece karşısında duranları değil de, hayalindeki yüzü de algılasa.

Aklın için duyularından vaz geçebilir misin? Yanıtın evet ise, gerçekten büyük bir sorunla karşı karşıyasın demektir. Hayır ise, seni çok da fazla rahatsız etmediği gerçeğini anlayacak, aslında olması gereken kadar var olduğu bilincine varacaksın.

Hayattan korkmanın olağan bir duygu olduğu sonucuna vardım. Çünkü hayat korkulacak denli acımasız. Biri bana ana rahminden çıkmadan önce; şu zaman sonra büyük bir deprem yaşayacaksın binlerce insan ölecek deseydi, bana; Biri daha çocuk, biri genç yaşta ihtilâller, muhtıralar göreceksin, askeri oligarşi üzerinizden bir buldozer gibi geçecek, erken dönemde en sevdiğin arkadaşını kaybedeceksin deseydi, bana; şu yaşında babanı, şu yaşında anneni, şu yaşında ağabeyini kaybedeceksin deseydi, bana; en olgun yaşında biri yeni evli, diğeri yine çok sevdiğin iki arkadaşını kaybedeceksin deseydi, hayattan korkardım. Belki de anne rahmine, daha güvenli yere dönmek isterdim. Ana rahminde bana; çok güzel bir çocukluğun olacak, dünyanın en güzel şehrinde yaşayacaksın, okuduğun okulların en başarılı öğrencisi olacaksın, yakışıklılığınla kızlar tarafından beğenileceksin, daha lisedeyken çok güzel bir kız seveceksin, onunla evleneceksin, üniversiteyi bitirmende büyük katkısı olacak, birlikte askerlik yapcaksınız, güzel bir kızınız olacak, mutlu bir şekilde yaşayacaksın deselerdi, hemen ana rahminden özgürlüğe, kurtuluşa geçmeyi seçerdim. İnsan hayattan korkmakta haklıdır. Hayat korkulacak kadar acı ve acımasızdır. Ama yaşamak başka bir şeydir. Tüm insani etkinliklerimizi varoluşumuza karşılık bulma çabasıyla geliştirir ve yaşama tutunuruz.

İnsanın arzuları her zaman ikinci plandadır. Birinci planda var olma sorunu vardır. Arzu, insanın var oluşunu sürdürmek için ölümden kaçış çabasıdır. Herşey ölüme karşı geliştirilmiş savunma çarkıdır. Bu da canlı olma duygusunu ayakta tutar.

Evet ölüm korkutucu ama ölüme karşı yaşamayı seçiyoruz. Ana rahmindeyken doğduktan bir süre sonra öleceğimizi söyleseler bile, ölene kadar yaşamayı seçerdik.

Aşk insanda gerçekliğe karşı direnen bir bellek yaratır. Bu bellek senden ve ondan başkasına yer vermemek üzere kurgulanmıştır. Gerçeklik, düşsel olanı yendiği zaman, işte o "en güzel" aldanmanın bittiği andır. 

Dönüp arkana baktığında mutlulukla ve özlemle de ansan, acı ve nefretle de ansan, yaşanırken verdiği haz hiç yaşamamanın yasından daha iyidir. Bir çok şeye değer aşk...


7 Eylül 2014 Pazar

CANLI YAYIN I

 












Çeşme'den hareket eden otobüse Manisa'dan binmek üzere İstanbul'a gidecek olan ve "bayan yanı"(!) bilet alan (ya da alınan) türbanlı kadının koltuğu gerçekte erkek yanı olursa ve otobüs işletmesi yöneticileri ile kadının yakınları arasında çıkan uzun tartışmalardan sonra, kadının yakınları (ki bunlar erkekler) türbanlı kadının erkek yanında seyahat etmesi konusunda fikir birliğine varıp anlaştıktan sonra, yol hazırlığını önceden yapmamış ve Türkiye'nin iki büyük otobüs işletmeciliği markasına sahip otobüs yakıt almak için benzin istasyonunda durduğunda, anlaşmadan memnun olmayan diğer yakınlar otobüsü takip edip istasyonda tartışmayı sürdürüyorsa ve kadın hiçbir şey olmamış gibi otobüs daha Akhisar'a gelmeden, kapalı ayakkabılarını bantlı ayakkabı ile değiştiriyor ve türbanını da çıkarıp seyahate başı açık olarak devam ediyorsa ve bütün bu olup bitenleri karım ve ben hayretle izliyor ve aklımıza o ünlü fıkra gelip acı acı  gülüyorsak bu bir rüya değildir.

BANTTAN YAYIN IV



Kendini, rüyadayken gördüğün rüyanın video kaydını izlerken buluyorsan bu bir rüyadır.

Bir oyunda kazandıkça kaybettiğini görüyorsan bu bir rüyadır.

Yamalı bohça gibi demokrasisi olan bir ülkede yaşayıp, yamalı bohçayı andıran rüyalar görüyorsanız ve bu rüyalardan birinde yakınınızdan biri size bir "peçvörk" hediye ediyorsa bu bir rüyadır.

Dini eğitimin temel olduğu bir ülkede küçük kızın bir elinde National Geographic dergisi, bir elinde Sızıntı varsa ve küçük kız NG.'den öğrenmemesi gereken bir şey öğrenmişse annesi de küçük kızına, bizim küçükken anne-babamızın: "Hem dondurma, hem mısır olmaz" dediği gibi, "Hem NG. hem S. olmaz" diyorsa bu bir rüyadır.


31 Ağustos 2014 Pazar

FAYTONA BİN ATLARI DA ADA'YI DA KURTAR



Büyükada'da bir araya gelen bir grup hayvansever, fayton atlarının ardı ardına ölümü ve zor çalıştırma koşullarına dikkat çekmek için "Faytona binme atlar ölüyor" sloganıyla eylem yaptı. Kendilerine "Özgürlük Savunucuları" adı veren 150 kadar hayvansever, ayrıca; "Özgürlük atlara ve yeryüzünün tüm bileşenlerine" ve "Faytona binme bisiklete bin" yazılı pankart ve dövizler açtı. (Basından)

Söze, yukarıda filminden bir fotoğraf kullandığım (bu arada Umut filmi) Yılmaz Güney'in klişe ve slogan filmi olmasına rağmen zamanında çok ses getiren ve o günün koşullarında beğendiğim "Arkadaş" filminden bir anekdotla başlamak istiyorum. Şehrin yoksulluk ve sefalet içindeki  mahallesinde, turistlerin fotoğraf çekmesine neden izin verdiğini ve buna engel olması gerektiğini söyleyen yanındaki genç kadına: "Biz sefaletimize engel olacağız" der." Faytona binme atlar ölüyor" demek de, tıpkı buna benzer bir şey. Biz faytona bindiğimiz için ölmüyor atlar. Slogan yanıltıcı. Böyle sloganlar yaratmada üstümüze  yok. "Trafik canavarı" da bu gibi sloganlardan. Zannedersin ki yollarda yaşayan bir canavar var. Faytona da bineceğiz, atlarımızı da kurtaracağız. Faytona binmemek o atları kurtarmaz, aksine Ada'yı önce akülü otolara giderek de motorlu araçlara mahkum eder. Faytona binmeyerek, kendi ellerinle kaldırdığın Ada'daki fayton atlarının, kötü tahminle ne olacağını kestirmek de zor değil. Bir zamanlar; "Okullar olmasa, maarifi ne güzel idare ederim" diyen vekilimiz olmuştur. Bisiklete binmek de güzel bir şey. Fakat bisiklete binmenin de kuralı ve koşulları var. Denetimsiz ve bakımsız bisikletle doldurulmuş Ada, güvenlik önlemleri almadan üzerine binen kişilerle, atların ölümünden daha fazla acı veren sonuçlar doğurabilir. Burada ada halkı kadar, gelen ziyaretçilere de görevler düşmektedir. Tek çare faytona binmemek değil, özellikle bu gibi doğa için yapılacak şey faytona devam ve denetimli ve düzenli olmak şartıyla bisikleti özendirmektir. Tabii ki, bu değişimin bir yönüdür. Ada'ları daha büyük sorunlar beklemektedir ve onlara engel olunamazsa, faytonun da atların da bir önemi kalmayacaktır.

21 Temmuz 2014 Pazartesi

SEÇİ(KİLE)M

Unutma! Kimi istediğinin değil, kimi istemediğinin seçimini yapacaksın.

17 Temmuz 2014 Perşembe

BANTTAN YAYIN III

 Anna Karina in Vivre Sa Vie (1962, dir. Jean-Luc Godard).
(Via)
Yolda giderken arabanızı durduran ve elinde trafik kurallarını gösteren çizim ve resimler olan bir pano taşıyan ve "bütün bunlar sizin yol boyunca ihlal ettiğiniz tarafik kuralları" diyen bir polis görürseniz, bu bir rüyadır.

Ayrılık Çesmesi durağından Avrupa'ya geçmek için vatmanlığını Başbakan'ın yaptığı marmaray'a biniyorsanız,  Başbakanın siyaseten Asya ve Avrupa arasında gidip gelmekten yorulduğunu ve bunu artık "Marmaray Vatmanlığı" ile yapacağını, vagondaki rehberden öğreniyorsanız ve bulunduğumuz vagonda; düşük yapan kadınlar, kocaları tarafından şiddet gören eşler, Mısır'daki müdahalede yaralanan göstericiler, depremde evsiz kalmış yurttaşlar, gezi'de gazlanan direnişçiler, ürününü satamayıp çürüten ve borçlarını ödeyemeyen çiftçiler, 4+4+4 yüzünden okula gitmek istemeyip ağlayan çocuklar, mobbinge uğramış çalışan kadınlar, işsiz üniversiteliler ve Suriyeli sığınmacılar ve kaçakçılar ile yolculuk yapıyorsanız bu bir rüyadır.

Denize çıkan bir sokakta, etrafı sedir ağaçları ile çevrili altın rengi kumların üzerinde güneşlenen, venüs tepesi damla şeklinde olan çıplak kadınlar görüyorsanız, bu bir rüyadır.

Biri size: "Aslında uzun boyluyum, rüyalarda kısa çıkıyorum" diyorsa, bu da bir rüyadır.

12 Temmuz 2014 Cumartesi

ŞARTLI LEFLEKS

Kahramanmaraş'ta maden kazası: 1 ölü

Maden ocaklarında 'yaşam odalarına' hayır diyen 237 vekil; aynı maden ocaklarında 237 dakika, aynı koşullarda çalışabiliyorsanız, siz haklısınız.

4 Temmuz 2014 Cuma

BANTTAN YAYIN II


Naked women's body Tote Bag

 
Yıllar sonra, okuduğunuz ortaokulun önünden geçerken, büyük kardeşiniz: "Bakın, şu en üst kat köşedeki pencereden dışarı sarkan kişi benim, size el sallıyorum" diyorsa; yine yıllar sonra doğup büyüdüğünüz yerde her zaman yürüdüğünüz caddede ilerlerken, yolun kenarındaki evlerden daha önce arkadaşlık yaptığınız kızların dışarı çıkıp size el salladığını görüyorsanız ve bu arada içinde bulunduğunuz arabadaki genç kadın size dönerek ve adınızla hitaben: "V....seninle biz ne zaman çıkacağız ....." diyor ve siz de kendisine, "bu şartlarda biz seninle hiçbir zaman çıkamayız" diyorsanız, bu bir rüyadır.

Otomobilinizin kapısını açtığınızda aynı zamanda motor da çalışmaya başlıyorsa ve ön sağ koltukta, sağ taraf camı karla kaplı olduğu halde oturan tanıdık ve muzip bakışlı genç bir kadın görüyorsanız, arabadan inip kar küreme aparatını almak için bagajı açtığınızda motorun çalışması da duruyorsa, sağ pencerenin camını kardan temizledikten sonra, tekrar arabaya bindiğinizde koltukta oturan kadının yerine; "yok bir şey, sadece kırıldım" yazılı not buluyorsanız bu bir rüyadır.
 
Gittiğiniz yerde, üzeri mikroçipli içki bardakları ile ya da sadece herkes kendine ait bir mikroçipi göstererek içme kapasitesine göre içki alıyorsa, bu da bir rüyadır.

2 Temmuz 2014 Çarşamba

 #unutMADIMAKlımda
 

Heybesinde yılan
İşaretleri,
Baldıran zehiri
Yüzüğünün içinde
Ve yanında
Kav taşıyan ben;
Tekinsizim size göre
İbret için yakılması gereken



12 Haziran 2014 Perşembe

BANTTAN YAYIN I

 
Işığın yeşile dönüşmesi çok zaman aldığında araçtan inip,  yaya olarak karşıdan karşıya geçebilirsiniz.
Burada dikkat edilecek şey; ışık yeşile dönüştüğünde indiğiniz araç sizi almadan gidiyorsa bu bir rüyadır.

Belleğinizdeki kötü anılar ve düşünceler ile bedeninizde ve kafanızda size ağır gelen ne kadar yaşam yükü varsa, evinizdeki bir halının üzerine koyarak yükseğe uçurduğunuzda, o kadar çok yükten kurtuluyor ve hafiflliyorsanız bu bir rüyadır..

 Şehirler hep birbirine benzerler, yüksekte bir kale ve/veya şato, meydanda bir kilise ya da cami, etrafında evler, dar ya da geniş kaldırımlar, motorlu araçlar, karşılıklı yürüyen insanlar vs. Kentleri birbirinden ayıran özelliklerin, o ülkenin (kentin) tarihi, coğrafi konumu, mimarisi, eski eserleri, hangi uygarlıklara kucak açtığıdır. Bir kenti gezerken: "Kentimizi tekrar kazanmak için bedel ödemeden önce kaybetmemek için mücadele etmeliyiz" dediğiniz kişi Jean Seberg ise bu bir rüyadır.

Yaşıyorken kalbinize otopsi yaptırın. Üzerindeki parmak izinden kalbinizin sahibini bulabiliyorsanız bu bir rüyadır.

Her yerini gördüğünüz halde, omuzlarını, göğsünü, belini, kalçalarını tüm vücudunu gördüğünüz halde; elini tutup sıktığınız ve dokunduğunuz halde yüzünü göremiyorsanız bu bir rüyadır.

9 Haziran 2014 Pazartesi

HARAMA HİLE KATMAMAK



Daha sert olsun, dilde ve damakta tadına varmak için, mideye indiğinde parçalanan suma'nın o yaş üzümden gelen  tatlı kokusu ve rayihasını hissedebilmek için, sek için. Hani buz falan da atmayın içine. Peşinden buzlu suyunuzu içebilirsiniz. Yani sizin anlayacağınız, bu zamanlarda kafayı sağlam tutmak için, "harama hile katmayın".





5 Haziran 2014 Perşembe

"MESELÂ" DEDİK! GERÇEK OLDU

 

Mesut Yar'ın "Bir Milyon Canlı Para" adlı yarışma programında soruldu:

"Atatürk'ün soyadı kanunu çıkmadan önceki soyadı neydi?"
Şıklar: Soylu, Önder, Öz...
Doğru yanıt olarak "Öz" gösterildi. (Mynet Haber, 5 Haziran 2014, Bugün)


1 Ekim 2011 Cumartesi tarihli yazım:

MESELÂ
            Her dönemde ve her zaman parlak fikir sahipleri olmuştur! Bu kişiler Amerika'yı yeniden keşfetmekle kalsalar yine iyi. Bu türlüsüne alıştık meselâ. Sözünü ettiğim kişiler işgüzarlıklarını yüzüne gözüne bulaştıran cinsten. Neymiş, özgün ve kimsenin bilmediği bir ilki ortaya çıkaracak ya kendisi. Bir de bu kişilere çanak tutanlar var meselâ. Sorgulamadan, eleştirel aklın mantığından geçirmeden, kaynağını araştırmadan teslim olanlar meselâ. Hem de hiç bir kuşku duymadan gözü kapalı inanırlar bunlar !
            Meselâ,  Atatürk'ün soyadının Öz olduğunu yazar bunlar. Hem de soyadı kanununa göre, soyadı verilmeden önceki soyadının Öz olduğunu yazarlar meselâ. Bilmezler ki, soyadı kanunundan önce soyadı yoktu. Soyadı kanununun;  kişilerin öz adlarının yanında kullandıkları dini, sosyal ve ailevi ünvanların yol açtığı ayrımı ortadan kaldırmak ve karışıklıkları gidermek amacıyla getirildiğini bilmezler meselâ. "24 KASIM 1934 Tarihinde Kemal öz adlı Cumhur Reisimize verilen  ATATÜRK soyadı" derken; Atatürk'ün soyadının daha önceden "öz" olduğu değil, "öz adının" Kemal olduğu anlatılmıştır. Bizim çocukluğumuzda ilkokulda meselâ; 'öz adın ne, evladım'? diye sorarlardı büyüklerimiz. O zamanlar orta yaşlardaydı Cumhuriyetimiz. Yaşlandıkça daha bir ilim irfan sahibi oluyoruz meselâ ! Meselâ bu küçük bir dikkat isteyen ayrımı da anlamazlar bunlar. Atatürk boşuna dememiş, "hayatta en hakiki mürşit ilimdir" diye, meselâ.


Yazımın web adresi:
http://hektor-dahalirik.blogspot.com.tr/2011/10/mesela.html

22 Mayıs 2014 Perşembe

İNSANLIK ÖZETİ

 
İnsan üzerine söylenmiş sözler ve insan tanımları insanı anlatmaya tam olarak yeterli olmasalar bile insanın kötü bir yanını ışığa çıkarmışlardır. İnsanın bu yanına "açgözlülük" diyoruz. Bunca söylenmiş sözler, bunca yaşanmış deneyimler, hâlâ mı insanın bu boyutunun önüne geçememiştir? Buna karşılık" evet hâlâ" demekten öteye gidemiyeceğiz. Yabanıl dönemden kalma alışkanlıklarımızı bir bir atmalıyız. Çünkü elimizde ne dünya diye bir gezegen ne de insan kalacak. Olası ömründen daha önce tüketip gideceğiz onu. Keşfettiği 'yeni dünya'da görebildiği her şeyi kralına tescil edenlerden olmak bugün için ne kadar utanç vericiyse; aynı şekilde kâr daha çok kâr demek, tek hedef olarak daha çok zengin olmayı istemek, mülkiyet peşinde koşmak, dünyanın tüm yeraltı ve yerüstü kaynaklarını insanların canı pahasına elde etmeye çalışmak, coğrafi fark gözeterek paylaşmayıp sömürmek de o denli utanç vericidir. Tüm kötülüklerin başı, gereğinden ve ihtiyacından fazla mülkiyet sahibi olmayı istemektir. Benim (de) olsun hırsıdır. Tarihte, bir toprağın etrafını çevirip "burası benimdir" diyen o ilk insan, en kötü insandır. Kötülüklerin ve tüm savaşların başı olan o ilk insan'dan (ki, onun kim olduğunu kimse bilmiyor), arka ayakları üzerine kalkarak evrime devinim kazandıran o ilk devrimci insana geçmelidir insanlık.



Daha önce yayınlanış tarihleri: 28 Mart 2012, 23 Eylül 2013.

16 Mayıs 2014 Cuma

TÜKENDİYA KÖRLER ÜLKESİ

 
Masallardaki Tükendiya Körler ülkesindeki büyük insanlık faciasından sonra, ülkenin Başbakanı utancından istifa etmek ister. Facianın yaşandığı ve çok sayıda ölümün olduğu bölgeye taziye ziyareti ve durum tespiti için gittiğinde; istifa konuşması yapar ve "buradan ayrıldıktan sonra görevimden istifa edeceğim" der. Bütün Tükendiya halkı buna karşı çıkar ve başbakanı istifadan vaz geçirmeye çalışırlar. Tüm muhalefet partileri, sivil toplum örgütleri ve halk ne yaptılarsa Tükendiya Körler Ülkesi Başbakanını istifadan alıkoyamazlar. Tüm yalvarmalara rağmen kararlı bir şekilde istifa konuşmasını yapar ve bunu çok sevdiği halkına duyurur:
 "Sevgili Tükendiya halkı, Fransa' da geçmişe gidiyorum, Fransa İletişim Bakanı Alain Carignon kamu malını kötüye kullanmak ve kullanmaya yardım etmek suçlamasıyla soruşturma başlatılmadan bir hafta önce istifa etmişti. (1994) Bakın arkadaşlar yapmayın allah aşkına, Danimarka Ulaştırma Bakanı Maria Borelius evinde çalıştırdığı dadıyı yetkili makamlara bildirmediği için istifa etti. (2006) Japonya'ya geliyorum, Japonya Tarım Bakanı Seiichi, Orta Okullara ve huzurevlerine küflü pirinç gönderildiği için istifa etti. (2008) Daha yakın dönemlere geleyim diyorum, Danimarka Dış Yardım Bakanı Friis Bach, halka yanlış bilgi verdiği için istifa etti. (2013) Değerli arkadaşlar yine Fransa' da, Fransa Sanayi Bakanı Gérard Longuet Saint-Tropez'deki villası ve Cumhuriyetçi Parti'nin finansmanı konusunda hukuki inceleme başlatılması üzerine istifa etti. (1994) 
Danimarka Adalet Bakanı Morten Bödskov, Parlamentoya yanlış bilgi verdiği için istifa etti.(2013) Bu ülkelerin bu noktada bu tür istifaları olan şeyler. 
Bakın Amerika. Demokrasisi ile  her şeyiyle. 1974' de Nixon.  Arkadaşlar, yani biz bir defa bu tür ülkelerde, bu olanları, lütfen buralarda bu olaylar hiç olmaz diye yorumlamayalım. Bunlar olağan şeylerdir. Literatürde istifa denilen bir olay vardır. Bunun yapısında, fıtratında bunlar var. Hiç istifa olmayacak diye bir şey yok. Tabii, işin boyutunun bu kadar fazla olması bizi derinden yaralamıştır. Bizi derinden üzmüştür."


Resim: Pieter Bruegel, Körlerin Yürüyüşü.

15 Mayıs 2014 Perşembe

   
Hedef  2023, kıyaslamalar 1800' lü yıllar olunca nereye gittiğimiz de belli değil mi? Be hey gafiller uyanın artık !

14 Mayıs 2014 Çarşamba

VAHŞİ KAPİTALİZM

 
Bir kaç yıl önce bir gurup arkadaş ile sohbet ederken "vahşi kapitalizm" betimlemesini kullanmıştım. Yaşça büyük olan biri "kapitalizm zaten vahşidir, ayrıca vahşi sıfatını kullanmana gerek yok" demişti. İlk anda doğru gibi geldi. Fakat düşününce ağzımdan çıkan "vahşi kapitalizm" sözünün doğru olduğuna karar verdim. Kapitalizm insanı sömürür, az işçi, çok emek ile en çok üretimi elde etme güdüsündedir. Yaratılan üretimden emeğin aldığı pay, emekçinin ürettiği değerden daha azdır. Kapitalist girişimci bu değeri yaratan ve üreten işçinin daha iyi üretim yapması ve daha çok üretmesi için onu sömürdüğü gibi, bu gibi kapitalist ülkelerde işçi örgütlenmesi, sendikal haklar ve iş güvenliğini de sağlanıp üretim gücünden en fazla şekilde yararlanması hedef haline getirilmiştir. Vahşi kapitalistin gözünde sadece kazanacağı para vardır. Kapitalizmin bütün katı kurallarını uygular ve fakat işçinin yaşam hakkını ve güvenliğini hiçe sayar, işçi örgütlenmesi yoktur, onun daha iyi şartlarda üretim yapmasını ve iş güvenliği sorumluluğunu yerine getirmez. Sanayi devriminin başladığı yılardaki o vahşi kapitalizm, artık modern dünya ülkeleri arasında yok. Henüz gelişmemiş ülke toplumları içinde uygulanan kapitalizm işte bu vahşi kapitalizmdir. Varsa yoksa kâr, daha fazla kâr. Almanya belki de dünyanın en çok maden ocağı olan ülkesidir.  Neden oradan bu tür felaket haberleri gelmiyor? İki yüzyıl önceki teknoloji ile kömür çıkarmaya çalışmak ve işçi güvenliği ile ilgili hiç bir yatırım yapmamak vahşi kapitalizm ile açıklanabilir. Kömür ocağı işletmecisi, maliyetlerinin TKİ' ye göre yedide bir olduğunu söyleyerek övünmüş. Kârını yedi kat artırdığından söz etmiş. Sorulması gereken tabii ki, kârını nasıl artırdığıdır ama bunu sorarken gözden kaçırdığımız soru aslında şudur: "Çalışma güvenliğini ne kadar artırdın? Modern araç ve gereçlere ne kadar harcama yaptın? İşçilerine ne ücret veriyorsun?

12 Mayıs 2014 Pazartesi

"ASLI GİBİDİR"


Kadınlar, "kalk" deyince gül gibi arkalarından giden erkek ararlar bay Miller.

ÖYLE BİR KIZ İŞTE !


Sonradan öğrendim ki; (kendince) babası erkek çocuk özlemi çekmesin diye gerektiğinde onunla maça giden, GS'li olduğu halde birlikte BJK maçını izleyen, bisiklete binen, bununla da kalmayıp ona rakıda da eşlik eden ve bütün bunları severek yapan öyle bir kız işte...

11 Mayıs 2014 Pazar

SCHILDA' NIN ATI

 
             Alman edebiyatında Schilda adında bir küçük kent vardır, bu kentte oturanlara ilişkin akla gelmedik şakalar ve oyunlar anlatılır. Bu konudaki fıkraların birinden öğrendiğimize göre, Shilda sakinlerinin bir de atları bulunuyormuş; gördüğü işten Schildalılar pek memnunmuşlar, gelgelelim hoşlarına gitmeyen bir kusuru varmış bu atın. Pahalı yulafa pek düşkünmüş. Schilda sakinleri onu bu kötü huyundan kollayıp gözeterek vazgeçirmeye karar vermiş, azığını her gün birkaç yulaf tanesi miktarınca azaltmışlar ve hayvan tam bir perhiz durumuna alışana kadar da bunu sürdürmüşler. Bir zaman durumda hiç bir aksaklık görülmemiş, hayvanı alıştıra alıştıra yiyeceğini bir tek yulaf tanesine düşürmüşler. 'Bir gün daha' demişler. Artık yem diye bir şey vermekten kurtulacaklarmış. Gelgelelim ertesi sabah bakmışlar ki, ne görsünler, hınzır hayvan nalları dikmemiş mi? Schilda sakinleri o kadar düşünmüş, taşınmış, hayvancıklarının neden öldüğünü bir türlü kestirememişler. Bizlere gelince, sanıyorum hayvanın açlıktan öldüğünü söyleyecek ve belli bir ölçüde yulafı yem diye önüne çıkarmadan bir hayvandan asla bir iş beklemeye hakkımız olmadığını düşüneceğiz.



Not: Sigmund Freud'un,  verdiği konferansta; "cinsel içgüdüyü bütün enerjisiyle asıl amaçlarından saptırıp, bu amaçlara yabancılaştırmaya pek çalışmamamız gerekir, çünkü söz konusu çaba başarıya ulaşamaz ve cinsellik alanındaki sınırlandırmalar fazla ileriye götürülürse, ister istemez tıpkı bir orman kıyımını andıran tahribata yol açar"  dedikten sonara anlattığı fıkradır.

Kaynak: Sigmund Freud, Psikanaliz ve beş konferans, 1975 Basımı

6 Mayıs 2014 Salı

ÇÖZÜM !

http://upload.wikimedia.org/wikipedia/tr/f/f4/The_Scream.jpg 
Sonunda çocukları kurtardık. Çığlık atmayı öğreteceğiz ya (!). "Peki ya kadınlar...Onlar ne olacak" diye soracak olursanız: Bu sorunun yanıtı kendi içinde zaten. Bir nesil sonra onlar da kurtulacaklar. Çünkü bugünün çığlık atmasını öğrenip kendini koruyan (kız) çocukları, yarın (kadın olduklarında) haydi haydi koruyacaklardır. Tüm tacizler, tecavüzler, kıyımlar çocuklar çığlık atmayı bilmedikleri için oluyor!

5 Mayıs 2014 Pazartesi

RÜYAMDA 5 MAYIS

jelibon askina by yasena

Ayrıntılarını hatırlayamadığım bir yarışmada buluyorum kendimi. İçi renkli bir akışkanla dolu olan jelibon ya da lolipop benzeri kesecikler...Ne tuhaftır ki, kazandıkça kaybediyorum. 

2 Mayıs 2014 Cuma

İSTANBUL-İSTANBUL ETABINI KAÇIRMA

İstanbul’un efendisi Guardini

4 Mayıs Cuma, Pazar günü Tour of Turkey'in İstanbul-İstanbul etabını izlemek için; İstanbul'dan uzak yaşayanlar, özleyenler ve görmek isteyip hala göremeyenler, Tv başında İstanbul'un bir bölümünü adım-adım gezebilirler. Bisiklet en iyi Tv den izlenir. Bir süre Tv den izledikten sonra son turdan evvel bitiş noktasında olmak da güzel.

Eurosport 1, TRT Spor, TRT HD.

TOUR OF TURKEY' in Güzelliklerini bozan anlatım



Yıllardır bu işi yapmana rağmen yine de bir 'Büyük Tur' izlemelisin -ki nasıl anlatılır, öğrenmelisin- Sayın Levent Özçelik, yazık (!)
Bilgiçlik taslayıp kendine büyük bir güvenle verdiğin bilgiler (!) ve yaptığın anlatım, yanında konunun uzmanı değilse bile bilgilisi Fevzi Açıkalın'ı 5. etap'ta kaçan bisikletçilerle ilgili yaptığı bir durum tespiti için, (senin kendi) bilgisizliğinden dolayı cümlenin zaman kipini yanlış ifade ettiğiini, yüzüne karşı canlı yayında hiç de kibar olmayan bir şekilde belirtmen ve aşağılaman senin iyi bir anlatıcı olmadığının kanıtı olduğu gibi, düzelterek söylediğinde de 'zaman kipleri' hakkında ne kadar bilgili olduğunu anladık(!) 
Saç baş yolmaktansa, Eurosport 1'den bu işi en iyi yapan Caner Eler'den dinlemeyi tercih ettim. Onun olmadığı etaplarda da nispeten daha yeni ve deneyimsiz İnan Özdemir bile (İnan burada kusura bakmasın, Levent Özçeliğe göre daha dünkü çocuk:)) senden daha iyiydi. Biraz daha saygı....Ağlamak istiyorum.

29 Nisan 2014 Salı

MAVİŞ, PUDRA, NARİN VE KIRÇIL

              Onunla ilk karşılaştığımız gün, tahminen birinci yaşından henüz çıkmış, zayıf ve çelimsizdi. Bir gözü nedenini bilmediğimiz bir görme kusuruna sahipti. Kendine yaklaştırmıyor fakat hırçınca bir tepki de göstermiyordu. O ve onun gibi bir iki kedi daha, kışın soğuk günlerinde hem barınmak ve hem de kendilerine sunulan mamalardan yemek için gün içinde sık sık balkonumuza sıçrar, geceleri de kendileri için düzenlediğimiz kedi evinin içinde ve gözden çıkardığımız eski telefon koltuğunun üzerinde geceyi geçirirlerdi. Durum böyle olunca bizim kedimiz "bayan palabıyık P." balkona çıkamıyor, onları görünce hırlaşıyor ve pencere arkasından mırıldanıp, tıslayarak bağırıyor olmuştu. Kış aylarında bu sebeple balkonu kendine yasak etmişti. Günler böyle geçerken daha önce balkona koyduğumuz koltuğun üzerinde geceleyen bu siyah ve çelimsiz kedinin, gece boyunca kedi evinde konakladığını ve hiç dışarı çıkmadığını fark ettik. Evin tavanı çökmüş, damı tabana yapışmıştı sanki. Fakat içinde yaşamaya ve nefes almaya uygun bir haldeydi. Bundan tam olarak yedi hafta önceydi, durumdan meraklanıp ve hatta kuşkulanıp evin içinde ne oluyor diye baktığımızda, karanlıktan gözle seçilemeyen kıpır kıpır karaltılar olduğunu görünce el yordamıyla yoklamaya çalıştık, evin ağzını daha da aralayarak içinde ne olduğuna baktığımızda; siyah kedi ve onun  karnının altında kapkara, iki tanesi bir avuca sığacak büyüklükte dört yavrusu olduğunu gördük. "Daha kendin yavrusun be güzel kedi(!)" dedik. Demek bu sebeple ev sadece onlarındı ve başka hiçbir kedi eve yaklaşmıyordu. Veteriner hekime durumu anlatttık, "herhangi bir müdahalede bulunmak gerekiyor mu, ne yapmalı" diye sorduğumuzda, veteriner hekim: "Anne kediye süt yapıcı mama verin, suyunu da eksik etmeyin, gerisini kendisi halleder" dedi. Öyle de yaptık, hatta annenin ve emzirdiği yavrularının rahatı bozulmasın diye mamalarını evin içine annenin rahatça yiyebileceği yere koyduk, deyim yerindeyse ağzına besledik. Dört-beş hafta sonra yavrular evden dışarı çıkmaya, ayakta durmaya ve yavaş yavaş titrek adımlarla yürümeye başladılar. Kâh eve girerek, kâh evden çıkarak geçen bir haftadan sonra, şimdi yedi haftalık oldular. Epeyce de büyüdüler. Çok sağlıklılar. Hepsi de biribirinden ayrılan özellikleri olmasına rağmen ilk bakışta ayırt edilemeyecek kadar benzerler ve hepsi de kapkaralar. Yavrulardan ikisi birbiri ile oynamayı, diğeri sürekli annesiyle dalaşmayı ve yaramazlığı, bir diğeri de tek başına etrafı keşfetmekle meşgul. Farklı karakterde kediler. Kedilerin ortak özellik sergiledikleri noktalar olduğunu, bir kedi sahibi olmak nedeniyle gözlemleyerek daha iyi anladım. Genlerinden gelen ve de  içgüdüsel olan davranışlar, yetişkin kedimiz ile yeni doğmuş olanlarda da aynı özellik olarak göze çarpıyordu. İlk defa bir kedi ailesi gözlemliyordum. Annelerinin memelerini çekiştirmelerinden, koynunda yatışlarına, kuyruğuyla oynayışlarına, mamalarının etrafında patilerini  süpürür biçimde yere sürtmelerine kadar herşeyleri diğer kedilerden farksızdı ama, uzun süreli olarak izleyerek görmek eğlenceli ve öğreticiydi. Anne yavrularından daima daha yükseğe oturuyor, etrafı gözlemlerken de yavrular özgürce oynuyorlardı. İlk yaptıkları şey yaşadıkları ortamı keşfetmek ve tanımak oluyordu. Mamasını ve suyunu değiştirmek için balkona girdiğimizde ((ki orası onların evi artık o yüzden giriyoruz yani balkona çıkmıyoruz:)) hemen yavrularının yanına geliyor onları korumaya alıyor ve biz de işmizi yapıyorduk. Kim daha çok ilgilendiyse ve (zamanında mamasını ağzına) beslediyse yavrular da kendilerine yaklaşma konusunda sadece o kişiye karşı güven duyuyor ve hoşgörü gösteriyordu. Bu kişi de genellikle S.... olduğundan ondan korkmuyorlardı. Herhangi bir ses olduğunda, anne eğer sokaktaysa derhal balkona sıçrıyor ve kendini kedilerinin önüne atarak boy gösteriyordu. Balkona sıçrama becerisini de bir-iki kedi dışında başarabilen yoktu. Çünkü ikinci kat seviyesine yakın olan balkonun, bahçe duvarı demirlerinin üzerinden iki metrelik yüksekliğe atlayarak bunu başarmak her babakedinin (!) harcı olmasa gerekti! Artık büyüyorlardı ve büyüdüler. Anneleri iki aylık olunca onları bırakacaktı. Baba işin başıdan beri ortalarda yoktu. Erkek kediler, dişi  kedileri dölleyip bırakıyorladı. Yavruların hayatından anne sorumlu idi. Büyük kedilerden en önemli farkı buydu. Besleyip büyütmek, avlanmak, korumak, yedirip, içirmek anneye aitti. Kedi babası olmak en sorumsuz işlerden biriydi belki de.
             Anne terk edene kadar bekleyip, yavrularımızı, sokağa, yani bahçenin uygun bir yerine bırakmak gerekecek. Hatta, Anne terk etmeden önce bırakıp anneleriyle birlikte sokağa uyum sağlamalarını, bundan sonra yaşayacakları ortama alışmaları açısından daha doğru olacaktı. Zaten onları daha fazla tutamayacağımızı anlamaya başladık. Annenin arkasından atlamak ister gibi, balkon korkuluklarının üzerine çıkıp mesafeyi ölçüyorlar. Gün gelecek atlayacaklardı. Bir de yaz geliyor. Balkon kapısı açık tutulacak ve bizim bayan P. balkona çıkmak isteyecekti. Kendi egemenlik alanına yeniden kavuşmak istemek onun da hakkıydı. Onlar için şimdiden güvenli bir alan tespit ettik. Kendi başlarına kalacak kadar büyümüş de olacaklar. Sağlıklılar. Belki bu arada anneyi de kısırlaştırmayı düşünebiliriz. Mama ve sularını vermeye devam edeceğiz. Anneleriyle birlikte bir süre daha bahçede kalmalarını sağlayacağız ve sonra onlar da zamanla sokağın diğer kedileri arasına katılarak yaşama karışacaklar ve biz her gördüğümüz yerde onları ayrı bir seveceğiz.


Not: Başlıktaki simler tarafımızdan, yavruların ayırıcı özelliklerine göre kendilerine takılmıştır.