23 Mart 2013 Cumartesi

MEKTUP

       
           Sen ve ben, ikimiz de kendi yatağında akan nehirlerdik. Ana rahminden dünyaya geçtiğimiz andan başlayarak, birbirimizden habersiz ve farklı coğrafyalarda iki ayrı yatakta yol aldıktan sonra, ilk karşılaşmamız olan okulun açıldığı o ilk gün, bundan sonra tek nehir olarak kendi yatağımızda ve birlikte kendi denizimize akacağımızı bilebilir miydik? Biz seninle, uzun yıllar sonra iki ayrı koldan gelerek bir noktada buluşup aynı yatakta daha geniş ve debisi daha yüksek bir su kütlesi gibi akmaya devam ettik. Yıllar geçti bu nehirden küçük bir kol daha aldık ve M.... dedik adına. Daha da büyüdük bu kolla. Artık onunla birlikte ulaşmak isterken kendi denizimize, kâh menderesler çiziyor, kâh deli gibi akıyor, bazen şelâle olup dökülüyor, bazen de kendi halinde oyundan dönüp evine yürürken oyalanan çocuklar gibi yol alıyorduk. Şimdi vardığımız noktada, tüm bu inişler ve çıkışlar geride kaldı diyebiliriz. Önümüz delta örneği gibi, artık daha da çok kollara ayrılma hayali var içimizde. Bize güç verecek olan bu tatlı hayalimizdir. Yaşadığımız için yasa dönüşmeyen bu aşk, kendisinden kaçmadığımız için de hiç bir zaman peşimizde değil sürekli içimizde kalarak bizi kendi denizimize taşıyacaktır.

21 Mart 2013 Perşembe

DOĞUM TRAVMASI

          Birth of Venus  - Paul Delvaux
            Ana rahmine düştüğü anın, kaderinin yazıldığı tarih olduğu saplantısı içinde olan, o kaderi yeniden yazmak isteyip, cennet tasavvuru içinde yaşayacağını sanarak gerçeklikten uzak ve hakikatle yüz yüze gelmekten kaçarken; aslında hiç doğmamış olmaya ayak diretir ve öyle bir travma yaşatır ki kendine; sonunda, yeniden şekillendirmeye çalıştığı varoluşunun senaryosundaki başrol oyuncusunu değiştirmesi bile zor da olsa hiçbir şeyin değişmeyeceğini öğretir kendine.



Resim: Paul Delvaux, Venüs'ün Doğuşu




14 Mart 2013 Perşembe

RÜYAMDA 14 MART




Ne zaman olduğunu hatırlayamadığım bir zaman diliminde, sayısal loto oynamak üzere sahilde kurulu bir gazinoya gidiyorum. İçerisinin mafya filmlerindeki Vegas kumarhanelerini andırır görüntüde bir dekora sahip olduğunu görüyorum. O gün akşam çekilecek olan loto için iki kolon oynamak istediğimi söylüyor ve makinadan biletini alıyorum. Karşılığı olan parayı büyükçe bir banknotla ödüyorum. Aldığım para üstünü sayınca elli lira eksik olduğunu, bunun oynadığım bahse oranla çok büyük miktar olduğunu ve eksik verilen parayı istemek üzere krupiyeye gidiyorum. Bana parayı tam olarak verdiğini ve yanlış saymış olabileceğimi söylüyor. Onun yanında yeniden saymaya başlıyorum. Krupiye benimle ilgilenmiyor ve işine devam ediyor. Oradan ayrılarak salaonda  gezinen müdürün yanına gidiyor ve şikayetimi ona da iletiyorum. Başını çeviriyor ve uzaktan, bana para üstü veren krupiyeye seslenerek beyefendi ile ilgilenin diyor. Ben ona siz de gelin ve aldığım paraüstünü birlikte sayalım diyorum. Üzerimde başkaca bir para yok. Sizden geriye ne aldıysam burada diyorum. Hiç oralı olmuyor ve beni başından savıyor. Bu arada sinirlerim de iyice geriliyor. Verdiğim paranın bir miktarının gasp edilmesi ve söğüşlenmeyi içime sindiremiyorum. Yasal kılıf altında yasadışı yollardan insanların paralarının üzerine oturmalarına bir anlam veremediğim gibi, benim gibi bir çok insan aynı durumdan şikayetçi olduğu halde, gazinonu içinin bu kadar dolu olmasına da şaşırıyorum. Hem söğüşleniyorlar ve hem de onları beslemeye devam ediyorlar diye düşünerek son çabalarım da sonuç vermeyince ve de işler kaba kuvvet noktasına gelince oradan ayrılıyorum.
Oradan ayrılıyorum ve yaşadığım yere yakın olduğunu sandığım gittiğim yerde, insanların çoluk çocuk, yaşlı genç, kadın erkek, işçi memur, varsıl yoksul hepsinin büyük bir alanda kendilerini soyan ve sömüren bu gazinoculardan kurtulmak için örgütlendiğini, herbirinin eline evlerinde bahçelerinde kendilerini koruyacak ne bulduysa aldıkları halde toplandıklarını görüyorum. Ben de şikayetçi olduğum bu kişilerden kurtulmak gerektiğine inandığımdan bu topluluğa katılıyorum. Hep birlikte bulundukları mekana gidip, önce, bir daha gelmemek üzere burayı terk etmeleri gerektiğini söylüyor, peşinden aldığımız olumsuz yanıtın ardından hep birlikte onları dışarı atmak ve oradan kovmak üzere harekete geçiyoruz. Gazinonun bahçesine giren çok sayıda kalabalığa karşı koyamayorlar. Kalabalık saldırıların dozunu kaçırıyor ve ben bu esnada bu kadar şiddete gerek olmadığını bağırmama rağmen kimseye duyuramıyor ve daha fazla can yakmamak için oradan ayrılarak, aşağıya sahile iniyorum. Sahilde gözün görebildiği uzaklığa kadar meşaleler yandığını görüyorum. Meşaleler renk renk guruplar halinde ışıldıyor. Meşalelere bu renkleri verenlerin, getirilen toprakların sahil boyunca kıyı şeridine dökülerek oluşturulan alana ekilen çiçeklerden kaynaklandığını öğreniyorum. Benim bulunduğum yerdeki meşalelerin renginin mor olduğunu görüyorum. Buraya gloksinya çiçeği dikilmiş. Daha ileride, kamelyaların olduğu yerde kırmızı, beyaz karanfilerin olduğu yerde beyaz, kasımpatıların olduğu yerde sarı yanıyor meşaleler. Böylece sahil boyunca kilometrelerce uzayıp giden ve çoluk çocuk herkesin ellerinde ve dikilen çiçeklerin renklerinde ışıyan bu meşalelerin, elbirliğiyle yörelerinden kovdukları düzenbazların arkasından yakılan özgürlük meşaleleri olduğunu söylüyor küçük bir kız.

SESSİZLİKLE DAHA İLERİYE

indir

On yılllık suskunluktan sonra "The Next Day" albümü ile yeniden dünyaya düştü. İşte buradan 'Where Are We Now'... Dinleyin.
http://www.youtube.com/watch?v=QWtsV50_-p4



7 Mart 2013 Perşembe

ŞİİRSEL

  Swedish-Model_R.jpg
     
              Bazı kimselerin şiir üstüne yarım yamalak bilgileri vardır, bazıları da yarım yamalak bilgileri yarım yamalak anlarlar; işte bütün bunlar, bazıları için şiirin bir çeşit tanımı olur.   Andre  Breton - Paul Eluard

             Homeros der ki: Nireus güzeldi; Akhileus daha güzeldi; Helena'nın kutsal bir güzelliği vardı...Şair hiç bir yerde bu güzelliklerin inceden inceye açıklamalarına girişmiyor. Oysa bütün şiir Helena'nın güzelliği üzerine kurulmuştur.   LAOKOON (Truva Rahibi)

             Halk, bir şairi, ancak yanlış anladığı için sever.   J. Cocteau

             - Şiir gerileyemez .
             - Neden?
             - İlerleyemez de ondan.    Victor Hugo
 
              Bir şiirin ne olduğunu şüphesiz herkes bilir; ben de bilirim. Ama şiir kavramı da, gün kavramı, seziş kavramı gibi en çetrefil, en sınırları belirsiz kavramlardan birisidir.    Claude Roy


Fotoğraf: Sam Haskins


3 Mart 2013 Pazar

KIZ BU -DEĞİL- DEMENİN MÜKELLEFİYETİ !

 muldrisinger.jpg picture by BrandoBardot     
             David Lynch , Mulholland Drive filiminde Hollywood'a göndermede bulunarak sistemin ve işleyişin eleştirisini yapmış; hikâyedeki yönetmenden, yaptığı filme iki gangster tarafından  bir kızın kadroya alınması istenmiş,  baskı ve zorbalığa dayanamayan yönetmen sanki seçmelerde kızı keşfetmiş gibi yaparak " this is the Girl" (kız bu) diyerek uygun olmadığı halde kadroya dahil etmiştir.
            Bunu neden mi yazıyorum, amacım Mulholland Drive filmini anlatmak değil tabii ki. Yılmaz Erdoğan da yukarıdaki gibi bir baskıya maruz kalmış sanki (gerçekte asla böyle bir şey olmamıştır). Kelebeğin Rüyası filiminde yönetmen Yılmaz Erdoğan, Yapımcı Yılmaz Erdoğan'ın (BKM) yaptığı baskıya dayanamayarak, filmdeki Suzan rolünü Yapımcı Yılmaz Erdoğan'ın çok kıymetli eşine vermiş. 15-16 yaşındaki liseli kızı, 30 yaşındaki eşine oynatmaya kalkışınca, yönetmenin eşi, çok güzel bir tabloda yapıştırma bir figür gibi durmuş. Böylece Yılmaz Erdoğan kendi filmini sabote eden bir yönetmen durumuna düşmüş. Kelebeğin Rüyası, kusurlarıyla ve önyargılarıyla da olsa usta işi bir film. Asıl işi ve çıkış noktası sinema olmayan Yılmaz Erdoğan'ın kendi kariyerinin en  iyi işlenmiş, buram buram insan ve şiir kokan son derece dokunaklı yapıtı olarak birinci sıraya yerleşmiş diyebiliriz. Genç yaşta yitirilen iki genç şairin kısacık ömürlerini anlatan bu film, hiçbir duygu sömürüsüne kaçmadan insanın yüreğine inmeyi başarmış, bence (Suzan hariç) gerek oyunculuğu ve gerekse anlatımı ve kurgusuyla sınıfı geçmiş başarılı bir yapım.
             Filmin  başka kusurları da var tabii: Muzaffer T. Uslu şiirlerinde hep bir sarışın sevgiliden söz eder. Aşağıda sarışın sevgiliden söz ettiği şiirlerinden ikisini görüyoruz.

GRAMER DERSİ

"Sevmek" bir kelimedir.
"Sarı saçlı" dersem bir kız için
Sıfat söylemiş olurum.
"Ben sarı saçlı bir kız sevdim"
Bir cümledir. Sevda dolu bir cümle
Nokta koymalı, durmalı zira
Zira "açlık" da bir kelimedir.
Cümleye gelmez sarı saçlı kız gibi
Ah elbet dolaşırsa ölüm sık sık dilime
"Öleceğim, ölüyorum, öldüm"
Diyeceğim bir gün.

UNUTMAK

Seni unutmak için içmiştim
İlk kadehi
Sarı saçlı sultanım
Ve ikincisinde
Oh ne güzel demiştim,
Unutmak böyle herşeyi.
Üçüncü kadehte
Karşıma yine sen çıktın
Sarı saçlı sultanım
Bir şarkı söylensin bir şarkı
Ne rengi olsun
Ne de kokusu
Hoşumuza gitsin sade.


BENDEN SİZE

Yalnız ben mi inkâr ediyorum Allah'ı
Mevsimler benden kâfir
Ya kuşlar ve ağaçlara
Ne buyrulur

Uzun söze lüzum yok
Şahidimdir
Beş parasız gezindiğim sokak
Bir zaman yaşadığıma

Ve bir hatıra olsun diye
Benden size
Hiç sıkılmadan söyleyebilirim
Sarışın kızlara bayıldığımı

(Son şiir, yazımı  ilk yayınladığım günden üç gün sonra, 06 Mart 2013'de eklenmiştir. Şiirin kaynağı diğerleri ile aynıdır).

            Şiirlerinden anlaşıldığı üzere, sarı saçlı kıza sevdalıdır şair. Kendisi de şair olan Yılmaz Erdoğan'ın bu şiirlerden haberi olmadığını düşünmek bile istemiyorum. Filmini yaptığı şair'i bence iyi incelemiştir. Ancak sevgili eşine rol vermek uğruna bu gerçeği görmezden gelmiş, dediğim gibi kendi filmini kendisi sabote etmiştir. Burada hem mutlak bir gerçeği atlamış ve hem de yaş ve görünüş olarak, olsa olsa belki on yaş büyük makyajı yapılarak şairlerden birinin veya Suzan'ın annesini oynatması daha isabetli olacakken, 15 yaş küçük (gösterilerek) liseli kız rolünü oynatmış ve büyük bir seçim hatası yapmıştır.
             Yıllar önce kendisi gibi ünlü sanatçılarla bir yarışma programının ön gösterimine katılmış ve program sunucusunun  dizelerini okuyup "bu şiir kimindir" diye sorduğu Melih Cevdet Anday'ın "Anı" adlı şiiri için yanıt ver(e)memiş ve "bırakın şimdi bu şiiri de, siz şu şiire bakın" diyerek kendi şiirlerinden birini okuyacak kadar da şımarklık yaptığını gözlerimle gördükten sonra, kendi kendime "acaba diyorum Muzaffer T. Uslu'nun şiirlerini hiç okumadı mı?!!"
              Filmin bir diğer can alıcı noktası, Mükellefiyet yasasıdır. Film, kuşkuya yer bırakacak gibi anlatmış mükellefiyeti. Çok kapsamlı ve başlı başına bir film konusu olacak bu konu, bir film içinde 5 dakikalık, Spielberg özenti kareler ile anlatılacak şey değildir. Sonuçları kötü de olsa zorunluluk hallerinde yapılan uygulamalar daha kötü sonuçları önlemek içindir. Bugün yirmibirinci yüzyılda dahi her evde bir akciğer hastası vardır Zonguldakta ve saltanat gibi babadan oğula geçmektedir!
              Kanımca yönetmenimiz, önyargılarından kurtulduğunda, kendi sinema tarzını yarattığında, taklitlerden ve özentilerden kaçındığında daha iyi işler yapacaktır. Kendisinin ve yakınlarının oynamadığı bir filmini seyrettiğimizde, "bu bir Yılmaz Erdoğan filmidir" dediğimiz zaman bu olmuştur. Tıpkı bir NBC, Ömer Kavur ve Zeki Demirkubuz filmi diyebildiğimiz gibi. Bugün ona soruyorum: Bana devrimci bir sinema yapabilir misin Yılmaz? İşin kolayına kaçmadan...
              Herşeye rağmen bu biyografik filmi izleyin derim ben.

                                                                                                                                                                                                                    Not: "Sen her zaman yaz" diyen bir blogdaşıma; "sen yazdığın sürece ben de yazacağım" dedikten sonra zaman içinde o yazmayı bıraktı ve ben de kırk günü aşkın süredir yazmıyordum. Bu yazıyla kendi sözümü tutamadım ama onun isteğini yerine getirmiş oldum.                                                                                                                                                                                                                                   Şiirler: Varlık Yayınları'nın Yeni Şiirimiz Antolojisi 1971 tarihli üçüncü basımından alınmıştır .