30 Ağustos 2013 Cuma

BÜYÜK ZAFER

26 AĞUSTOS GECESİNDE SAATLER
İKİ OTUZDAN BEŞ OTUZA KADAR
VE
İZMİR RIHTIMINDAN AKDENİZ'E BAKAN NEFER



Saat 2.30.

Kocatepe yanık ve ihtiyar bir bayırdır,
ne ağaç, ne kuş sesi,
ne toprak kokusu vardır. Gündüz güneşin,
gece yıldızların altında kayalardır.
Ve şimdi gece olduğu için ve dünya karanlıkta daha bizim,
daha yakın, daha küçük kaldığı için ve bu vakitlerde topraktan
ve yürekten evimize, aşkımıza ve kendimize dair sesler geldiği için
kayalıklarda şayak kalpaklı nöbetçi
okşayarak gülümseyen bıyığını seyrediyordu Kocatepe'den
dünyanın en yıldızlı karanlığını.

Düşman üç saatlik yerdedir ve Hıdırlık tepesi olmasa
Afyonkarahisar şehrinin ışıklan gözükecek.
Kuzeydoğuda Güzelim dağları ve dağlarda tek tek ateşler yanıyor.

Ovada Akarçay bir pırıltı halinde ve şayak kalpaklı nöbetçinin hayalinde
şimdi yalnız suların yaptığı bir yolculuk var:
Akarçay belki bir akar su, belki bir ırmak, belki küçücük bir nehirdir
Akarçay Dereboğazı’ında değirmenlieri çevirip ve kılçıksız yılan balıklarıyla Yedişehitler kayasının gölgesine girip çıkar.
Ve kocaman çiçekten eflatun kırmızı beyaz ve sapları bir,
bir buçuk adam boyundaki haşhaşların arasından akar.

Ve Afyon önünde Altıgözler köprüsünün altından
gündoğuya dönerek ve Konya tren hattına rastlayıp
yolda Büyükçobanlar köyünü solda ve Kızılkilise'yi sağda bırakıp, gider.

Düşündü birdenbire kayalardaki adam kaynakları ve
yolları düşman elinde kalan bütün nehirleri.

Kim bilir onlar ne kadar büyük, ne kadar uzundular?
Birçoğunun adını bilmiyordu, yalnız, Yunan'dan önce
ve Seferberlik'ten evvel Selimşahlar çiftliğinde ırgatlık ederken
Manisa'da geçerdi Gediz'in sularını başı dönerek.

Dağlarda tek tek ateşler yanıyordu.
Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki şayak kalpaklı adam
nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden güzel, rahat günlere inanıyordu
ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,
birdenbire beş adım sağında onu gördü.

Paşalar onun arkasındaydılar.
O, saati sordu
Paşalar: 'Üç', dediler.
Sarışın bir kurda benziyordu
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
Yürüdü uçurumun başına kadar,
eğildi, durdu.
Bıraksalar
ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak
ve karanlıkla akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe'den Afyon ovasına atlayacaktı.


Saat 3.30.

Halimur - Ayvalı hattı üzerinde manga mevziindedir.

İzmirli Ali Onbaşı (Kendisi tornacıdır) karanlıkta göz yordamıyla
sanki onları bir daha görmeyecekmiş gibi
baktı manga efradına birer birer:
Sağda birinci nefer sarışındı, ikinci esmer.
Üçüncü kekemeydi fakat bölükte yoktu onun üstüne şarkı söyleyen. Dördüncünün yine mutlak bulamaç istiyordu canı.
Beşinci, vuracaktı amcasını vuranı tezkere alıp Urfa'ya girdiği akşam.
Altıncı, inanılmayacak kadar büyük ayaklı bir adam,
memlekette toprağını ve tek öküzünü
ihtiyar bir muhacir karısına bıraktığı için kardeşleri onu
mahkemeye verdiler ve bölükte arkadaşlarının yerine nöbete kalktığı için
ona 'Deli Erzurumlu' derdiler. Yedinci Mehmet oğlu Osman'dı.
Çanakkale'de, İnönü'nde, Sakarya'da yaralandı
ve gözünü kırpmadan daha bir hayli yara alabilir,
yine de dimdik ayakta kalabilir.
Sekizinci İbrahim korkmayacaktı bu kadar
bembeyaz dişleri böyle tıkırdayıp birbirine böyle vurmasalar.
Ve İzmirli Ali Onbaşı biliyordu ki:
tavşan korktuğu için kaçmaz kaçtığı için korkar.


Saat: 4

Ağzıkara-Söğütlüdere mıntıkası.

On ikinci Piyade Fırkası.
Gözler karanlıkta, uzakta.
Eller yakında, mekanizmalar Üzerinde.
Herkes yerli yerinde.
Tabur imamı, mevzideki biricik silahsız adam: ölülerin adamı,
kırık bir söğüt dalı dikerek kıbleye doğru, durdu boyun büküp
el kavuşturup sabah namazına, içi rahattır.
Cennet, ebedî bir istirahattır. Ve yenilseler de, yenseler de âdâyı,
meydânı gazadan o kendi elleriyle verecektir
Cenabı rabbülâlemîne şühedâyı.


Saat: 4.45.

Sandıklı civarı.

Köyler.

Sarkık, siyah bıyıklı süvari,
çınar dibinde, beygirinin yanında duruyordu.

Çukurova beygiri kuyruğunu karanlığa vuruyordu:
dizkapaklarında kan, kantarmasında köpük...

İkinci Süvari Fırkası'ndan Dördüncü Bölük,
atları, kılıçları ve insanlarıyla havayı kokluyor.
Geride, köylerde bir horoz öttü. Ve sarkık, siyah bıyıklı süvari
ellerinin tersiyle yüzünü örttü. Karşı dağlar ardında,
düşman elinde kalan bir başka horoz vardır:
Baltaibik, sütbeyaz bir Denizli horozu.
Düşmanlar her hal onu çoktan kesip çorbasını yapmışlardır.


Saat beşe on var.

Kırk dakka sonra şafak sökecek.
'Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak'
Tınaztepe'ye karşı Kömürtepe güneyinde.
On beşinci Piyade Fırkası'ndan iki ihtiyat zabiti ve onların genci,
uzunu, Darülmuallimin mezunu Nureddin Eşfak,
mavzer tabancasının emniyetiyle oynıyarak konuşuyor:

— Bizim İstiklâl Marşı'nda aksıyan bir taraf var,
bilmem ki, nasıl anlatsam, Akif, inanmış adam,
fakat onun, ben, inandıklarının hepsine inanmıyorum.
Meselâ, bakın 'Gelecektir sana vadettiği günler Hakkın.
'Hayır, gelecek günler için gökten âyet inmedi bize.
Onu biz, kendimiz vadettik kendimize.
Bir şarkı istiyorum zaferden sonrasına dair.
'Kim bilir belki yarın...'



Saat beşe beş var.

Dağlar aydınlanıyor.
Bir yerlerde bir şeyler yanıyor.
Gün ağardı ağaracak.
Kokusu tütmeğe başladı:
Anadolu toprağı uyanıyor.
Ve bu anda, kalbi bir şahan gibi göklere salıp
ve pırıltılar görüp ve çok uzak
çok uzak bir yerlere çağıran sesler duyarak
bir müthiş ve mukaddes macerada, ön safta, en ön sırada,
şahlanıp ölesi geliyordu insanın.
Topçu evvel mülâzimi Hasan'ın yaşı yirmi birdi.
Kumral başını gökyüzüne çevirdi, kalktı ayağa.
Baktı, yıldızları ağaran muazzam karanlığa.
Şimdi bir hamlede o kadar büyük.
Öyle şöhretli işler yapmak istiyordu ki bütün ömrünü
ve hâtırasını ve yedi buçukluk bataryasını
ağlanacak kadar küçük buluyordu.

Yüzbaşı sordu:

— Saat kaç?

— Beş.

— Yarım saat sonra demek...

98956 tüfek ve şoför Ahmet'in üç numrolu kamyonetinden
yedi buçukluk şnayderlere, on beşlik obüslere kadar,
bütün aletleriyle ve vatan uğrunda, yani, toprak ve hürriyet için
ölebilmek kabiliyetleriyle Birinci ve ikinci Ordu'lar baskına hazırdılar.

Alaca karanlıkta, bir çınar dibinde, beygirinin yanında duran sarkık,
siyah bıyıklı süvari kısa çizmeleriyle atladı atına.
Nureddin Eşfak baktı saatına:

— Beş otuz...
Ve başladı topçu ateşiyle
ve fecirle birlikte büyük taarruz...

Sonra.
Sonra, düşmanın müstahkem cepheleri düştü.
Bunlar:
Karahisar güneyinde 50
ve doğusunda 20-30 kilometredeydiler.

Sonra.
Sonra, düşman ordusu kuvâyi külliyesini ihata ettik Aslıhanlar civarında 30 Ağustosa kadar.

Sonra.
Sonra, 30 Ağustosta düşman kuvâyi külliyesi imha ve esir olundu.

Esirler arasında General Trikopis: alaturka sopa yemiş bir temiz ve sırmaları kopuk firenk uşağı...

Yaralı bir düşman ölüsüne takıldı Nureddin Eşfak'ın ayağı.
Nureddin dedi ki:
'Teselyalı Çoban Mihail,'

Nureddin dedi ki:
'Seni biz değil, buraya gönderenler öldürdü seni...'

Sonra.
Sonra, 31 Ağustos günü ordularımız İzmir'e doğru yürürken
serseri bir kurşunla vurulan Deli Erzurumluydu.
Devrildi. Kürek kemikleri altında toprağı duydu.
Baktı yukarı, baktı karşıya. Gözleri hayretle yandılar:
önünde, sırtüstü, yan yana yatan postalları
her seferkinden kocamandılar.
Ve bu postallar daha bir hayli zaman
üzerlerinden atlayıp geçen arkadaşların arkasından
seyredip güneşli gökyüzünü ihtiyar bir muhacir karısını düşündüler.

Sonra.
Sonra, sarsılıp ayrıldılar birbirlerinden ve Deli Erzurumlu ölürken
kederinden yüzlerini toprağa döndüler.

Solda, ilerdeydi Ali Onbaşı,
Kan içindeydi yüzü gözü.
Bir süvari takımı geçti yanından dörtnala.
Kaçanı kovalamıyordu yalnız ulaşmak da istiyordu bir yerlere
ve sadece kahretmiyor yaratıyordu da.
Ve kılıçların, nalların, ellerin ve gözlerin pırıltısı
ardarda çakan aydınlık bir bütündü.

Ali Onbaşı bir şimşek hızıyla düşündü ve şu türküyü duydu:
'Dörtnala gelip uzak Asya'dan Akdeniz'e
bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket bizim.

Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
ve ipek bir halıya benziyen toprak, bu cehennem, bu cennet bizim.

Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
yok edin insanın insana kulluğunu, bu davet bizim.

Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
Ve bir orman gibi kardeşçesine bu hasret bizim...'

Sonra.
Sonra, 9 Eylülde İzmir’e girdik ve Kayserili bir nefer
yanan şehrin kızıltısı içinde gelip öfkeden, sevinçten,
Ümitten ağlıya ağlıya,
Güneyden Kuzeye,
Doğudan Batıya,
Türk halkıyla beraber seyretti İzmir rıhtımından Akdeniz'i.

Ve biz de burda bitirdik destanımızı.
Biliyoruz ki lâyığınca olmadı bu kitap,
Türk halkı bağışlasın bizi,
onlar ki toprakta karınca,
suda balık, havada kuş kadar çokturlar,
korkak, cesur, câhil, hakîm ve çocukturlar
ve kahreden yaratan ki onlardır,
kitabımızda yalnız onların maceraları vardır...

Kuvayi Milliye/Destan

Nazım Hikmet Ran



Kaynak: http://www.antoloji.com

17 Ağustos 2013 Cumartesi

RÜYAMDA 16 AĞUSTOS "ARAP SABUNU İLE KAYMAK"

Merdiven sahanlığı büyük ve geniş bir apartmanda buluyorum kendimi. Koridorlara açılan onlarca daire kapısı var. Ben, yanımda bulunan ve tanımadığım kişi ile yedinci kat merdivenlerinden aşağıya iniyorum. Kat boşluğunda, şimdi oturduğum binadaki kapı komşumu, bir daireden çıkarken görüyorum. Birbirimizi tanımıyoruz. Öylece geçip gidiyorum. Yerlerde öbek öbek arap sabunu birikintisi görüyorum. Belli ki, bunları apartman görevlisi bay K koymuş. Birazdan merdiven boşluklarını ve koridorları yıkayacak. Bir kaç kat daha indikten sonra, koşarak kendimi oturur vaziyette yere bırakıyor ve kaymaya başlıyorum. Ben kaydıkça önümdeki arap sabunu birikintisini önüme katıyor ve daha sonra da altıma alıyorum ve hızla kaymaya devam ediyorum. Son kata geldiğimde ellerimi de yana ve yukarı açıyor, bacaklarımı dizden büküp kalçamın altına alarak hızımı artırıyorum ve son katı da inip caddeye çıkıyorum. Ayağa kalktığımda bir elimde baston ve başımda şapka olduğunu görüyorum. Yanımdaki bana dönüp: 'Tıpkı "Benny ve Joon" daki gibi' diyor. Birlikte birşeyler içmek için biraz ilerideki kafeye doğru ilerliyoruz. Yaklaştığımızda, kafenin camından yansıyan siluetime bakıyor ve küçük dilimi yutacak gibi oluyorum. Camda yansıyan görüntümden Johnny Depp'e dönüştüğümü görüyorum. Yanımdaki kişiye bunun ben olmadığımı, benim boyumun daha uzun olduğunu söylüyor ve "ben kendi fiziki görünümümü ve kendi göz rengimi istiyorum" diyorum. Yanımdaki kişi, daha önce bu gibi durumlarla karşılaşmış ve deneyimli biri edasıyla; "gel" diyor, "gidiyoruz". "Nereye" diyorum, "kimlik değiştirme bürosuna" diyor. Büroya vardığımızda, görevli memura; "bu görünen ben değilim" diyorum ve asıl fiziki görünümümü istediğimi söylüyorum. Görevli memur: "Öncelikle terk etmek istediğiniz kimliği isteyen biri veya birilerinin bulunup bulunmadığına bakmam gerek" diyor. Gerekli araştırmayı yaptıktan sonra, bana dönüp: "Çok şanslısınız, üzerinizde olan Johnny Depp kimliği en çok istenen kimlik, bunu hemen gerçekleştirebiliriz" diyor. Ama öncelikle bu kimliği nasıl elde ettiğimi bilmesi gerektiğini söylüyor. Ben de kendisine, Benny ve Joon filminde Johnny Depp'in, hastane sahnesinde koridorda "anne" diye haykırarak hasta bakıcılarına doğru kaydığı sahnenin benzerini yaptığımı ve kendimi onun kimliği ve fiziki görünümünde bulduğumu söylüyorum. Büro görevlisi beni dinledikten sonra, şimdi de Johnny Depp kimliği ile filmdeki bir herhangi bir başka sahneyi canlandırmamı, bunun için sahnenin çekildiği stüdyoya gitmem gerektiğini söylüyor. Peki diyoruz ve Ayrılık Çesmesi durağından Avrupa'ya geçmek için vatmanlığını Başbakan'ın yaptığı marmaray'a biniyoruz. Başbakanın siyaseten Asya ve Avrupa arasında gidip gelmekten yorulduğunu ve bunu artık "marmaray vatmanlığı" ile yapacağını, vagondaki rehberden öğreniyoruz. Bulunduğumuz vagonda, düşük yapan kadınlar, kocaları tarafından şiddet gören eşler, Mısır'daki müdahalede yaralanan göstericiler, depremde evsiz kalmış yurttaşlar, gezi'de gazlanan direnişçiler, ürününü satamayıp çürüten ve borçlarını ödeyemeyen çiftçiler, 4+4+4 yüzünden okula gitmek istemeyip ağlayan çocuklar, mobbinge uğramış çalışan kadınlar, işsiz üniversiteliler, Suriyeli sığınmacılar ve kaçakçılar ile yolculuk yapıyoruz. Yolculuk boyunca bilmem kaç kez Asya ile Avrupa arasında gidip geldikten sonra Metro-Goldwyn-Mayer stüdyolarına ulaşıyoruz. Sora sora, filmde Johnny Depp'in Şarlo taklidi yaptığı o unutulmaz yemek sahnesinin çekildiği stüdyoyı buluyoruz. Ben, görünürdeki kimliğim Johnny Depp olarak, filmdeki o sahneyi yine filmdeki "Sam" karakteri ile tekrar oynuyor ve büyük bir mutlulukla gerçek kimliğime, görüntüme ve fiziğime kavuşuyorum.

6 Ağustos 2013 Salı

PAINTMENT

Şimdiye kadar yaşamış olduğun anıların üzerine, yaşanmış diğer anıları ve onların üzerine de daha başka anıları resmedersin. Gün gelir öyle bir şeyle karşılarşırsın ki, bu, seni en üstten itibaren resmettiğin anıları kazımaya iter ve şaşırtıcı olarak, o ilk fırça darbeleriyle oluşturduğun en alttaki anılar ile örtüşür, tüm imgeleriyle tekrar karşına çıkar. Eksik olan sadece renklerin ve sesin peltekliğidir.

Pink Floyd - Mother - Live, 1980

Anne bombayı atacaklar mı sence? Anne şarkıyı sevecekler mi sence? Anne toplarımı parçalamaya çalışacaklar mı sence? Anne bir duvar öreyim mi? Anne başkanlığa aday olayım mı? Anne hükümete güveneyim mi? Anne beni cepheye sürerler mi? Anne gerçekten ölüyor muyum? Sus şimdi bebeğim, bebeğim ağlama. Annen senin tüm kabuslarını. Gerçeğe dönüştürecek. Annen kendi korkularının tümünü sana aşılayacak. Annen seni burada koruyacak. Kanatlarının altında. Uçmana izin vermeyecek ama şarkı söylemene belki. Annen her zaman bebeğini rahat ve sıcak tutacak. Aaaah bebeğim aaaaah bebeğim aaaaah bebeğim. Tabii ki, annen duvarı örmeye yardım edecek. Anne, o bana göre bir kız mı sence? Anne o benim için tehlikeli mi sence? Anne o paramparça edecek mi senin küçük oğlunu. Aaaah anne o kıracak mı kalbimi? Sus şimdi bebeğim, bebeğim ağlama. Annen tüm kız arkadaşlarını senin için denetleyecek. Annen pis birinin hayatına sızmasına izin vermeyecek. Annen uyanık bekleyecek dönüşünü. Annen her zaman öğrenecek, nerede olduğunu. Annen her zaman seni sağlıklı ve temiz tutacak. Aaaaah bebeğim, aaaaaah bebeğim, aaaaah bebeğim. Sen her zaman benim bebeğim olarak kalacaksın. Anne, bu kadar yüksek olması gerekli miydi duvarın?

SÜREÇ

Yargılaması, kanunla yürülükten kaldırılan ÖYM tarafından yapılan, aleni ve adil olmayan bir şekilde yürütüldüğü de hukukçular tarafından dile getirilen bu mahkemenin vermiş olduğu, kamu vicdanını yaralayan mahkumiyet kararları; içeride Yargıtay ve Anayasa Mahkemesi Bireysel Başvuru, dışarıda ise Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından hukuksuz bulunmaya adaydır.

2 Ağustos 2013 Cuma

İZLENECEK YOL

Resmi ağızlardan olmaması insanı daha da düşündürmeli bence. Geçenlerde Devlet Televizyonunda "hamilelerin sokağa çıkması terbiyesizliktir, estetik değildir" diyen Tasavvuf düşünürünün, bu sözleri, RTÜK tarafından özgür düşünce açıklaması olarak görülmüş ki, bu da tüm düşüncelerin açıklanmasına aynı şekilde özgürlük tanınmasına olanak verirse; RTÜK'ün yanlı düşünceleri koruma ve kollama vazifesinde olmadığının kanıtı olacaktır. Tasavvuf düşünürünün bu düşüncesinde yalnız olmadığı, toplumun en az yarısının onun gibi düşündüğünden de hiçbir kuşkum yok. Televizyon kanalı yaptığı program için, (konuşmasında olası olarak böyle sözler sarf edecek) bu kişiyi davet edip konuştururken, bir cümle sonra ne söyleyecdeğini elbette bilemez. Kendisi yönlendirmiyorsa eğer. Fakat söylenen bu söz, onbinlerce hamile kadınımızı ve kadınlarımızı, onların eşlerini ve toplumun büyük bir kısmını rendice edecek seviyedeyken, sunucunun " Allah razı olsun" demesi" asıl üzerinde durulması gereken noktadır. Bundan emninim ki, toplumun farklı kesimlerinde, çarşıda, pazarda, kahvede, trende, otobüste, vapurda ve hatta aile arasında konu üzerine geçen tartışmalarda, bu söze destek verenler olmuştur. Bir aile toplantısında, yakınlarınızdan biri ile ters düşmüş de olabilirsiniz. Bu toplumumuzun ne kadar çağdaşlaştığı ve aydınlandığı oranında bize fikir vermektedir. O günlerde sokaklarda görmediğim kadar hamile kadın gördüm, tepki olsun diye gerek eşlerinin ellerini tutarak yanyana ve gerekse yalnız, mağrur ve onurlu olarak sokağa çıkmışlardı. Bu da hoşuma gitti. Toplumlar her zaman çağın gerektirdiği yerde bulunmayabilirler. Bunun çeşitli sebepleri vardır. En önemlisi eğitim politikalarıdır. Eğitimsiz toplumlar kendilerini geliştiremez ve çağı yakalayamazlar. Kurtuluş Savaşından sonra elimizde okuma yazma oranı %10 olan, (bu %10'un içine sadece kuran-ı kerimi okuyabilenler dahildir) savaştan kırılmış, köylü ve toprağa bağlı bir toplum vardı. Mustafa Kemal Atatürk, devrimlerini o zaman ki halka sorarak yapmaya kalksaydı bugün bu devrimlerin hiçbiri olmazdı. Harf devrimini, kılık kıyafet devrimini, eğitim devrimini, medeni kanunu, saltanat ve hilafetin kaldırılmasını hepsini, hepsini halk oyuyla değil akıl mantık ve çağdaşlık gereği yapmıştır. Bunların içinde bazı çevreler tarafından dile getirilen islama ters olan şeyler de vardı. Tarih boyunca devrimlere karşı olan azımsanmayacak bir kesim hep vardı. İlk meciste de vardı. Mustafa Kemal'i mebus seçtirmemek için önerge bile verdiler. Bu önergede "bir yerde en az 5 yıldan fazla oturmayanlar mebus seçilemezler" maddesi vardı. Ömrü cepheden cepheye gitmekle geçmiş olan bir asker bu maddeye nasıl uyabilirdi? Bunların arasında Atatürk'ün yakın silah arkadaşları da bulunuyordu. Mustafa Kemal, İzmir'e kadar Mustafa Kemal'di onlar için. Asker olarak diyecekleri bir şey yoktu, dehaydı. Fakat, Kurtuluş Savaşından sonra yaptıklarını hiçbir zaman benimsememişlerdi. Çok partili hayata geçtiğimiz dönemin ilk ve sonraki seçimlerinde Demokrat partinin aldığı oy oranı halkımızın devrimlerine ne kadar bağlı! olduklarını göstermektedir. O tarihten sonra sağa yatan bir Türkiye'de yaşamaktayız. O zamandan bu zamana sağ partilerin toplam oy oranı % 70 civarındadır, hatta bazen bunu da aşmaktadır. Şimdi soruyorum: Merkez sağ partiler nerede? Senelerce onlara oy veren merkez sağ seçmen nerede? 70'li yıllarda tavan yapan %41 'lik oyu hariç, sosyal demokratların oyları (daha da artması gerek) azalsa da aşağı yukarı aynı seviyede kalmıştır. O yüzden ben; resmi ağızdan olmamasını daha çok önemsemekle birlikte Tasavvuf düşünürünün sözüne de pek şaşırmıyorum. Bir yerlerde okumuştum, bu zatın düşüncelerini "hamilelikte cinsel birleşme gördüğü" tarzında yorumlayan ki, (doğrudur, tıbbi uygulamalar hariç hamilelik bir cinsel birleşme sonucunda olmaktadır) ancak "eğer bebek tüp bebekse o zaman ne düşüneceksin" diye sorması bence, aymazlıktan öte cahilliktir. Hamilelerin sokağa çıkmasına karşı olan zihniyet, tüp bebeğe nasıl bakıyordur acaba? Bunun gibi ve buna benzer sözler gün geçmiyor ki duyulmasın. Örneğin: Bir yerlerde söylenen, "Müzik, eğer kadın sesi değilse ve ilahi ise dinlenebilir" gibi. Bu görüşe göre, resim, minyatür ya da ebru tarzında olmalı. Heykel hiç olmamalı. Tiyatro, gölge oyunu ile ortaoyunundan ibaret olmalı (Ferhan Şensoy affetsin, orta oyununu onun gibi yapmak çağdaşlıktır). Bu sözler olacaktır. Bunları söyleyen kişiler de... Toplum ancak bu gibi düşünceleri ve sözleri aştığı zaman çağdaşlık seviyesine ulaşacaktır. Bugünün çağdaşlığı batıdır. Batıdan başka izlenecek çağdaşlık yolu yoktur.