28 Aralık 2013 Cumartesi
YORUMLARIMDAN...
Bu gibi durumlarda kıran kişi, kırılan kişiden özür dilemedikçe, hiçbir şey olmamış gibi kaldığın yerden başlanmıyor. Yaptığı yanına kar kalmış gibi hissediyor insan. O kişi senin, kendisini affettirmesi için yarattığın bu fırsatı geri teperek, senin tabirinle araya zaman girmesine ve köprülerin atılmasına sebep olmuş. Bazı kişiler özür dilerken küçüleceğini sanıyorlar ya da yaptığının özür dilemeyle de düzeltilemeyeceği düşüncesindeler.
Bu filme (Tamam mıyız?) gitmeyi düşünmüyordum. En azından vizyonda olduğu sürece...Bir iki yıl sonra zaten Tv'de karşıma çıkar diye düşünüyordum. Nedeni ise; Çağan Irmak filmlerini çıktığı an izlerseniz ileri gitmez, iki yıl sonra izlerseniz geriye düşmezsiniz. Beni filmi izlemeye iten senin yazın oldu. İzleyince gördüm ki, bu düşüncemde haklıydım. Çağan Irmak, ileri atlarken geri düşen bir yönetmen. Bunu 'babam ve oğlum'da da gördüm, 'ıssız adam'da da. Oyuncular harika. Filmden çıkması gereken sahneler var. İşte o sahneler, Çağan Irmak'ı geri düşüren sahneler. Hiçbir zaman devrimci yönetmen olamayacak.
Normal insan duygulaşımı yönünden bakmak gerekir. Ağlamak, gözü dolmak 'sulugözlülük' değildir. Kendimde de gözlemlediğim yani "senin gibi hisseden", yalnız senden farklı olarak akademik ünvanı olamayan sade bir vatandaş olarak bu etkileşimle ilgili yazmak istedim. Yaşam tiyaro sahnesi gibi oyuncu-seyirci ilişkisi üzerine kurulmuştur. Sinemadan farklı olarak -ki aynı duygusal etkileşim sinemada da yaşanıyor- gerçek yaşamdaki oyuncu seyirci ilişkisi "diri etkileşimdir". Gördüğünüz ya da etkileşim kurduğunuz ve orada olsaydızın sizin de öyle yapacak olduğunuz olay karşısında aynı heyecanı yaratabilmeniz ve diğerleriyle paylaşabileceğiniz fiziksel doruk noktasıdır ağlamak. Ağlama eylemi ânı, seni tüm fantezilerinden ve insan dışı ögelerden kurtardığı ândır. ODTÜ' lü kızın bayrağını sırtına alıp koştuğu ân; senin ağlama duygunu harekete geçirmiş, ihtiyaç duyduğun söz konusu eylemin harekete geçirilmiş olduğunu görerek içindeki tüm itkileri ağlama eylemine dönüştürmüş, kendini arındırmış ve dolayısı ile rahatlamış olduğun ândır.
İnsanlar hala yabanıl dönemden kalma alışkanlıklarını sürdürüyorlar. (Bu cümleyi çok kez tekrarladığımın farkındayım) İlkel dönemlerdeki ilkele olan benzerliklerimiz, onlardan ayrıldığımız noktalarda çok çok fazladır. Bu demektir ki, uygarlaşma yolunda daha çok yol almalıyız.
Meselenin diğer tarafından bakacak olursak; ayrıksı davranışların, kadınlar tarafından yapılanı ve şahit olduğum istisnai durumları da var elbet. Yakınmanın temelinde kadın erkek ayrımı değil bizatihi insanın kendi yatmaktadır.
Şöyle düşünecek olursak: Güç kimdeyse taciz ve saldırı oradan gelmektedir. Erkek egemen toplumda yaşdığımız ve tüm yasalarını erkeklerin elinden çıkardığımız dünyada daha güçlü olan erkeklerin beğenmediğimiz yaşama ve yaşatma edimleri doğal olarak kadınlardan fazla olacaktır. Bu gelişme ve uygarlaşma ile bağıntılı olduğu kadar, yabanıla ne kadar bağlı olduğumuz anlamına da geliyor. Şundan eminim ki, kadınların egemen oldukları toplumda, ayrıksı davranışlı tüm eylemleri kadınlar yapacaklardır. İşte o zaman, kadınlar için bütün bunları yazmak özeleştiride bulunmak anlamına gelecektir. Dünyadan savaşan-savaştıran-kan döken kadın liderler de geçti. Kadın güçlü olunca bu gücü kadın kullanıyor. Erkek güçlü olunca, erkek. Gücü elinde bulunduran 'efendi kadının' erkek kölesine yaptığıyla, gücü elinde elinde bulunduran erkek sahibin kadın kölesine yaptığı arasında hiçbir fark yoktur.
Arada 3997 kitaplık mesafe olunca sonuç bugünkü gibi kaçınılmaz oluyor.
Atatürk'ün okuduğu kitap sayısının 4000 olduğunu söylerler. Bu sayıdan; Kutsal Kitap Kur'anı Kerim'i, Mehmet Akif'i ve Necip Fazıl'ı çıkarırsak geriye 3997 kitap kalıyor.
Başka bir kadını yanmaktan kurtarmak için eski sevgililerin her zaman gönüllü olması gerekmektedir.
Her yerde adet görebilen kadınları tercih edin. Telefonla konuşurken, film seyrederken, ağlarken, dondurma yerken, sevişirken, araba kullanırken, köpeğini gezdirirken, alışveriş yaparken...
Sanatçı zaman içinde kendiyle yüzleşmeli, yapıtlarını evrensel sanat yapıtlarıyla kıyaslamalıdır. Bunun sonucunda hâlâ yaptığının sanat olduğunu söyleyebiliyorsa yoluna devam etmelidir. Yerinde duran sanatçı aslında geri gitmiş demektir. Herşey ilerlerken sanat yapıtları yerinde sayıyorsa, yapıt sahibi kendini tekrar etmekten kurtulamaz. Sonunda eserleri! kendi gibi ilerleyemeyen alt beğeni düzeyindeki kitleler tarafından tüketilir hale gelir. Bir de tek atımlık barutları olan sanatçılar vardır. Onlar bir yapıt meydana getirir ve sonra sanat dünyasından çekilirler. Sanata saygılı böyleleri istisnadır.
Resim: Günün modası kutu olduğundan...
26 Aralık 2013 Perşembe
HİCİV VADİSİNDE BİR TECRÜBEİ KALEMİYE
Bir varmış
bir yokmuş.
Develer tellallık edip satarken develeri,
bir benim babam varmış,
bir de bir zatımuhteremin pederi.
Benim babam,
dazlak kafalı ufak tefek bir adam.
O bir zatımuhteremin pederi
İkinci Sultan Hamidin
meşhur hırsız seraskeri.
Benim babam,
dolu koymuş
boş çıkmış,
bütün ömrünce çevirmiş simsiyah defterleri.
O, bir zatımuhteremin pederi -
Yemen çölünde açlıktan ölenlerin
suyundan, ekmeğinden çalarak,
kumun üstüne akan kandan
yüzde yüz komisyon alarak
han, hamam, apartıman yapmış...
Ey zatımuhterem!
Şaire, "Kısa kes, diyelim, sözlerini!"
Ölmüş sizin serasker
peder.
Benim de babam öldü.
Ve dünyaya yummadan evvel
ışıklı çocuk gözlerini
siz onun yanındaydınız.
Son beş papelin hesabını vermeden ölmesin, diye
kalbinin atışını saydınız.
Tutmuyordu babamın öpülesi elleri.
O eller..
Babamın gözleri artık
simsiyah defterleri göremiyordu...
Fakat yine siz haklısınız:
o gündü hesap günü.
Taktınız tenezzülen kendi elinizle siz
bir ölünün burnuna gözlüğünü,
beş papelin hesabını istediniz.
İşte o hesabı şimdi ben veriyorum.
Size bir tokat
borcum vardı.
Dikkat!
Kolumu geriyorum.
İkimiz karşı karşıyayız.
Sizin peder ölmüş.
Öldü benim babam.
Karşı karşıya kaldık iki meşhur adam.
Benim şöhretim nerden gelir,
ben neyimle meşhurum -
-MALUM!.
Size gelince:
sizi meşhur eden şey:
hırsız bir babanın kanlı altınlarını çalan
hırsız bir oğlun parasıdır.
Sizin şöhretiniz:
lanetle dolu bir yükün
çuval darasıdır.
Şöhretiniz:
kıvrak çengiler, büyük kemancılar veren
çingene çadırlarının yüz karasıdır.
İnanmazsanız eğer,
karıştırsın alim efendiler
kalın yapraklı kitaplar gibi seneleri:
anlarsınız ki, Edirne boyu
çingeneleri,
görmemiştir soyunuz gibi bir soyu...
Bir varmış
bir yokmuş.
Develer tellallık edip satarken develeri,
bir benim babam varmış,
bir de bir zatımuhteremin pederi.
Ey zatımuhterem!
Ölmüş sizin serasker
peder.
Öldü benim babam.
Karşı karşıya kaldık
iki meşhur adam...
N.Hikmet
Not: Nazım Hikmet'in Süreyya Paşa'ya öfkesinden yazdığı şiirdir.(1933)
24 Aralık 2013 Salı
KUTU, AKBAŞ, DEVLETİN KALEMİ
Hayatımda beni en çok heyecanlandıran, sevindiren kutu; çocukluk yıllarımda babamın motosikletinin arkasında getirdiği ve içinden adını "coni" koyduğumuz iki aylık akbaş yavrusunun çıktığı kutudur.
Hiç unutmadığım bir diğer şey de; Sağlık Bakanlığına bağlı teşkilatta çalışan babamın, sağlık-savaş denetimi için gittiği köylerden bedava olarak eve sadece bit ve tahtakurusu getirdiğidir. Annem evin arka kapısında babamın üzerindeki giysileri çıkarttırır, bahçede kaynattığı kazanın içine atardı. Arka kapıdan eve alınan babam banyosunu da yapar ve ondan sonra aramıza katılırdı. Sonraki yıllarda ben biraz daha büyüyüp, diğer bazı çalışanların evlerine köyden dönüşlerinde yumurta, tavuk, peynir, süt, kilim vb. şeyler getirdiklerini görünce babamın ne denli bir erdem sahibi olduğunu anlamıştım. Akbaş için de, yeterli ve gerekli ödemeyi yaptığını da kendisinin ağzından duymuştum. Görevinin önce devlet, sonra insanlık görevi olduğunu, yaptığı iş karşılığında devletten maaşını aldığını, köylüye yaptığı denetimlerini devletin olanakları ve gözetiminde yaptığını anlatır, yaptıkları için ayrıca köylüden herhangi bir ücret almaz ya da buna benzer hediyeleri kabul etmezdi. Kabul edenleri de hoş karşılamazdı. Bir kaç yıl önce okumuştum; Emre Kongar devlet memuru olan babasının ceketinin cebinde iki kalem taşıdığını, özel işleri ile ilgili yazıları kendi kalemiyle yazdığını, devlet işleri ile ilgili imza ve yazıları da devletin kendine hak tanıdığı resmi kalemle yaptığını yazmıştı ki, hak geçmesin. Bu milletin çocukları, devletin kalemini kullanırken bile bu denli titiz davranan babalar görmüşlerdir.
Açıklama: Devlet olanakları derken, devletin görevlisi olarak gittiğini, motosikletinin kendisinin olduğunu, benzinini ve yağını kendi parasıyla aldığını hatırlatmak isterim.
16 Aralık 2013 Pazartesi
RÜYAMDA 16 ARALIK
Rüyamda kendimi, rüyadayken gördüğüm rüyanın video kaydını izlerken buluyorum ve görülen rüyanın video kaydını izlemenin harika bir şey olduğu gerçeğini anlıyorum.
13 Aralık 2013 Cuma
110 MİLYON DOLARLIK ÇAPULCU !
Basından, görsel medyadan ve internetten aldığım bu haber yalanlanıncaya kadar; sadece diktatörlere haiz olan, halkının sırtından şahsi servet yapmayı, onları kandırmayı ve sömürmeyi kınıyorum. Ülkesinde onbinlerce bebek karnı aç ölürken, böyle bir serveti kendisine yakıştırmıyorum. Bu aşamada; halkına manevi miras olarak akıl ve bilimi bırakan, maddi varlığını kurucusu olduğu siyasi parti' ye ve devlet kurum ve kuruluşlarına vasiyet eden, kız kardeşine ve manevi kızı Ülkü'ye geçimi için bir miktar ödeme yapılmasını isteyen Yüce Atatürk adına kendisine verilen "barış ödülünü" zaten hak etmemiş ve almamakta isabet etmiştir. Ömrünün 30 yıla yakınını hapishanede geçiren bu özgürlük kahramanı kişi, hükümlü kaldığı her yıl başına 4 milyon dolar almış gibi görünüyor. Bu sadece bilinen serveti. Toprağı bol olsun.
Not: Bu yazı, basında çıkan haberler yalanlandığında kendiliğinden 'bir özürle' yok olacaktır. Aksi taktirde Videla'dan, Pinochet'den, Kaddafi'den, Franco'dan farklı olmaz benim gözümde.
Not: Bu yazı, basında çıkan haberler yalanlandığında kendiliğinden 'bir özürle' yok olacaktır. Aksi taktirde Videla'dan, Pinochet'den, Kaddafi'den, Franco'dan farklı olmaz benim gözümde.
12 Aralık 2013 Perşembe
RÜYAMDA 12 ARALIK
Yoğurtçu parkında buluyorum kendimi. Yanıma çok eski bir arkadaşım geliyor. Onunla konuşuyoruz. Konuştukça, kendisinin Y.E.'ye dönüştüğünü görüyorum. Bu hoşuma gidiyor. Çünkü uzun zamandan beri söyleyeceklerim var. Söz gelince, daha önceki filmlerinde yaptığı hataları anlatıyorum ve hiç beğenmediğimi söylüyorum. Son filminin ise diğerlerinden daha iyi olduğunu geriye düştüğü halde, farklı bir konuyu anlattığını, mendil kullanmaya gerek olmadan izlediğimizi, oyuncu yönetiminin başarılı olduğunu aktarıyorum. Beni büyük bir sabırla dinledikten sonra: Sözünü ettiğin kişi ben değilim. Sen sanırım Ç.I'dan bahsediyorsun" diyor ve yanımdan ayrılıyor.
Kendimi Kadıköy çarşısına atıyorum. Gezinirken bayan "J" ye rastlıyorum. Bayan J kısa boyuyla tezgahların arasından zor görünüyor. Merhaba "J" diyorum. Şaşırmış gözlerle bana bakıyor. Bir süre öylece bakışıyoruz. "Beni biri ile karıştırdın" herhalde diyor. Ben de siz bayan "J." değil misiniz' diye soruyorum. O da bana: "Evet ama benim asıl adım "B" diyor. "Sizi daha uzun boylu sanıyordum" diyorum. "Aslında uzun boyluyum, rüyalarda kısa çıkıyorum" diye karşılık veriyor. Birlikte, onun ofisine gidiyoruz. Avukatlık ofisi burası. Yeni Adliyenin yanına kentsel dönüşüm yasası gereği yapılmış, koca hacimli bir bina. İçinde kullanılmayan çok sayıda ofis var. Bana sadece sanat tarihi ile ilgili davalara baktığını söylüyor. **Ofisin ortasındaki masanın üzerinde devasa boyutta muzları olan bir hevenk görüyorum. İçlerinden bir tanesini bana vermek isterken bir muz yere düşüyor. Ben eğilip düşen muzu alıyorum ve bir kısmının kabuğu ile yenmiş olduğunu görüyorum. Bana: "Onu alma o muz Y.E.'nin" diyor. Gelip gittikçe yediğini söylüyor.**O sırada içeri yardımcısı giriyor ve kızkardeşi bayan "S" nin, üniversiteli arkadaşı bay "H" ile birlikte kalacağını, yanlarına da annesini yerleştirdğini söylüyor. Çıkıp hep birlikte eve bakmaya gidiyoruz. Dediği gibi, iki arkadaş birlikte kalıyorlar. Annesini de yandaki dairede oturuyor görüyorum. Eve geliyorum. Evin ortalık yerine serilmiş büyükçe bir halı görüyorum. Yamalı bohçayı andıran bu halıyı çok uzaklardan tanıdığım olan bayan "S" nin yaptığını ve bana özel olarak getirdiğini, o söyleyince anlıyorum. Kendisine çok teşekkür ediyorum. Bu otantik hediyeyi çok beğendiğimi söylüyorum. O da bana: "Yadırgamayacağını biliyordum, çünkü sizin demokrasiniz de yamalı bohça gibi" diyor ve evden ayrılıyor. Ben de arkasından kendisinin duyabileceği bir şekilde bağırıyorum: "Tıpkı benim rüyam gibi."
Not: 1- **....** Arası bölüm yazıdan sonra anımsandığından ekleme yapılmıştır.
2- Resim, Woody Allen'in "sleeper" filminden bir kare.
Kendimi Kadıköy çarşısına atıyorum. Gezinirken bayan "J" ye rastlıyorum. Bayan J kısa boyuyla tezgahların arasından zor görünüyor. Merhaba "J" diyorum. Şaşırmış gözlerle bana bakıyor. Bir süre öylece bakışıyoruz. "Beni biri ile karıştırdın" herhalde diyor. Ben de siz bayan "J." değil misiniz' diye soruyorum. O da bana: "Evet ama benim asıl adım "B" diyor. "Sizi daha uzun boylu sanıyordum" diyorum. "Aslında uzun boyluyum, rüyalarda kısa çıkıyorum" diye karşılık veriyor. Birlikte, onun ofisine gidiyoruz. Avukatlık ofisi burası. Yeni Adliyenin yanına kentsel dönüşüm yasası gereği yapılmış, koca hacimli bir bina. İçinde kullanılmayan çok sayıda ofis var. Bana sadece sanat tarihi ile ilgili davalara baktığını söylüyor. **Ofisin ortasındaki masanın üzerinde devasa boyutta muzları olan bir hevenk görüyorum. İçlerinden bir tanesini bana vermek isterken bir muz yere düşüyor. Ben eğilip düşen muzu alıyorum ve bir kısmının kabuğu ile yenmiş olduğunu görüyorum. Bana: "Onu alma o muz Y.E.'nin" diyor. Gelip gittikçe yediğini söylüyor.**O sırada içeri yardımcısı giriyor ve kızkardeşi bayan "S" nin, üniversiteli arkadaşı bay "H" ile birlikte kalacağını, yanlarına da annesini yerleştirdğini söylüyor. Çıkıp hep birlikte eve bakmaya gidiyoruz. Dediği gibi, iki arkadaş birlikte kalıyorlar. Annesini de yandaki dairede oturuyor görüyorum. Eve geliyorum. Evin ortalık yerine serilmiş büyükçe bir halı görüyorum. Yamalı bohçayı andıran bu halıyı çok uzaklardan tanıdığım olan bayan "S" nin yaptığını ve bana özel olarak getirdiğini, o söyleyince anlıyorum. Kendisine çok teşekkür ediyorum. Bu otantik hediyeyi çok beğendiğimi söylüyorum. O da bana: "Yadırgamayacağını biliyordum, çünkü sizin demokrasiniz de yamalı bohça gibi" diyor ve evden ayrılıyor. Ben de arkasından kendisinin duyabileceği bir şekilde bağırıyorum: "Tıpkı benim rüyam gibi."
Not: 1- **....** Arası bölüm yazıdan sonra anımsandığından ekleme yapılmıştır.
2- Resim, Woody Allen'in "sleeper" filminden bir kare.
9 Aralık 2013 Pazartesi
6 Aralık 2013 Cuma
SENİ 'ALAN SON' OLSUN !
Nesilden nesile kıymeti artacak kendi üretimi sanat yapıtını, nesilden nesile kıymeti artacak! beton yığınına benzeten, yaptığı sanata ve üretimine ihanet eden, üstelik bunu söylemek için para alan sanatçı: Bana, 'seni neden hiç dinlemediğimi' kanıtlamış oldun. Seni 'alan son' olsun. Hey gidi eli öpülesi Fikret Kızılok hey...!!
4 Aralık 2013 Çarşamba
DOĞA ESERİ ÖPÜŞ
En ütteki resim North-West Pasific kıyılarında Rialto Beach'de, tanıdığım bir blogger tarafından çekilmiş. Dalgaların kıyıya attığı ağaç kütüğünün tamamen doğal görüntüsü. Rialto plajında da bu sanat eserine "kiss" adı verilmiş.
Onun altındakiler hepimizin bildiği gibi Auguste Rodin'in "kiss" adlı ünlü heykeli. Doğa eseri sanat yapıtı ile insan eseri sanat yapıtı arasındaki ilginç benzerliği resmetmek istedim.
Ps: Bu resmi kullanmama izin veren J.Sherry'e teşekkür ederim.
3 Aralık 2013 Salı
ÇOK MU OLDU !!?
**** Özür dilemenin de bir inceliği vardır. 'Özür dilerim' sözünün önünde, özür dilemeye konu olan olay, söz ya da davranış belirtilerek özür dilenir. Örnek: 1- "Sana yalan söylediğim için özür dilerim." 2- "Beklettiğim için özür dilerim." 3- "Söylediğim -falan falan- sözden ötürü özür dilerim." gibi. Nezaket kurallarını bilen ve biraz inceliği olan kişi; yaptığı çirkin davranışın ardından özür dilemeye konu olan bu davranışı dile getirmeden, "maddi ve manevi zarar verdiğim için özür dilerim" derse eğer, asfalt çalışması yapan belediyenin, "çevreye verdiğimiz rahatsızlıktan ötürü özür dileriz" tabelasındaki basmakalıp sözden öte geçememiştir demektir.
**** Bu gibi kişiler için, her zaman "talim ve terbiye" şarttır.
**** Bu gibi kişiler, lehlerine yapılan bir davranışın inceliğini bile anlamaz ve kendilerine karşı haklı olarak yapılan eleştiriler ve hakaretler karşısında; "kendimi b.k gibi hissettirdin" demelerine rağmen, bu hakaretlerin geri alınmasına karşı çıkarlar ve yüzlerinde asılı kalmasını isterler. O yüzden taslaksızdırlar.
**** Bu gibi kişiler mide yerine taşlık taşıdıkları için, sindirim sorunu çekmezler.
**** Bu gibi kişilerin en iyi bildiği şey laf dokundurmaktır. Ağızlarından sözcük yerine çalı-çırpı, taş-toprak çıkar.
**** Bu gibi kişiler entelektüel olamadıkları için, entelektüellere düşmandır.
**** Bu gibi kişiler, "yeniden resim yapmaya başlayacağım" dediğim zaman; "kafana bir bere, ağzına da bir pipo al, çok yakışır" diyerek entelektüelden ne anladığını ortaya koyarlar.
**** Bu gibi kişiler için, her zaman "talim ve terbiye" şarttır.
**** Bu gibi kişiler, lehlerine yapılan bir davranışın inceliğini bile anlamaz ve kendilerine karşı haklı olarak yapılan eleştiriler ve hakaretler karşısında; "kendimi b.k gibi hissettirdin" demelerine rağmen, bu hakaretlerin geri alınmasına karşı çıkarlar ve yüzlerinde asılı kalmasını isterler. O yüzden taslaksızdırlar.
**** Bu gibi kişiler mide yerine taşlık taşıdıkları için, sindirim sorunu çekmezler.
**** Bu gibi kişilerin en iyi bildiği şey laf dokundurmaktır. Ağızlarından sözcük yerine çalı-çırpı, taş-toprak çıkar.
**** Bu gibi kişiler entelektüel olamadıkları için, entelektüellere düşmandır.
**** Bu gibi kişiler, "yeniden resim yapmaya başlayacağım" dediğim zaman; "kafana bir bere, ağzına da bir pipo al, çok yakışır" diyerek entelektüelden ne anladığını ortaya koyarlar.
ADIM AYARLAYICI
Yedek Subay öğrenci bölüğündeki eğitimin ilk günlerinde bölük komutanımız yanına çağırdı ve bana: "Hem yakışıklı hem de uzun boylusun, seni bölük flamacısı yaptım" dedi. Böylece bölüğün flamacısı oldum. Artık bölüğün en önünde yürüyor flamayı ben taşıyordum. Yürüyüşlerde bölükle aram açılıyor, arkamdakiler çok gerilerde kalıyorlardı. Yani ben, anlayacağınınız başımı alıp gidiyordum. Komutan: "Bu böyle olmayacak" dedi. Tabii ki, ben buna çok sevindim, flamacılıktan kurtulucaktım ve bir başkasına verecekti bu görevi. Beklediğim gibi olmadı. Benim önüme 1.80'e yakın orta boylu ve standart adımları olan bir arkadaşımızı koydu ve ben yürüyüşlerde önümdeki arkadaşımın adımlarına göre kendi adımlarımı ayarladım. Bu suretle de bölükle aramdaki mesafeyi açmamış oluyordum. Komutan, önüme bir 'adım ayarlayıcı' koyarak sorunu çözmüştü yani. Bölükle arasını açan bir flamacının önüne adım ayarlayıcı koyarak sorun çözülüyordu pek de güzel.
İnsanlık uygarlık yolunda ilerlerken, bu yolda geri kalanların ya da başka bir deyişle; bazı toplumlar uygarlık yolunda almış başını giderken ve artan bir ivme ile ilerlerken geride kalan toplumlar onlara yetişsin diye, ilerleyen toplumların önlerine uygarlık ayarlayıcı konabilir mi? Batı ile de, Japonya ile de aramızda büyük ve derin uçurumlar olduğu bir gerçek. Bugün yukarıdaki varsayımın gerçekleştiğini düşünsek bile, Bir Almanya, bir Amerika, bir Japonya asla olmayız. Onların ulaştıkları maddi standartlara asla ulaşamayız. Çünkü Dünya'da sömürülecek alan kalmadı. Sömürmeden zengin olunmaz. Ancak kendi kendimizi sömürürüz. Biz batının Rönesansla elde ettiği bilgi birikimini dışladık. Cumhuriyetle birlikte bu kavramları tanımaya başladık ama hala Rönesansımızı yapmamış toplumuz. Çok geç kaldık. 18. yüzyıldan önce ulaşılması gereken aşamaya ulaşamamış ve bu nedenle, dünya ve evrendeki yerimizi tam olarak anlamamıştık. Avrupa, Rönesansını yaşarken, biraz bekleyelim Türkler de bize yetişsinler deselerdi eğer, 300 yıl beklemeleri gerekirdi. Sadece Avrupa Rönesansı mı? Bizler Aanadolu'da İslam Rönesansını da dışlamıştık. Dokuzuncu yüzyılda başlayan ve 12. yüzyıla kadar süren bu dönemde, Farabi ve İbni Sina'nın izinden giden bir Türk filozof ve bilgin yok. İbni Sina'nın tıp ile ilgili ünlü Kanun'u, batıda 16. yüzyılda defalarca basıldığı halde, Türkçe çevirisi ancak 19. yüzyılda yapılmıştır. Bilim ve teknoloji ile üretilen maddi araç ve gereçler, yaşamı kolaylaştırır. Fakat bu uygarlık ölçütünde ikincil bir boyuttur. Zengin olunabilir ama kalkınılamaz. Sadece kalkınma da yeterli değildir. Uygar olak gerekir. Uygar olmak, insan olmak demek değildir. O yüzden birincil boyut; İnsan olmaktır. Düşünce, felsefe ve bunları yaratan insan aklı ile sanattır. Kaç tane resim, heykel sanatçımız var? Olanlara da ne kadar sahip çıkıyoruz. Ne kadar filozof yetiştirmişiz? Uluslararası alanda ne kadar makalemiz yayınlanıyor? Üniversitelerimizde ne kadar bilim yapılıyor? Meydanlarımızda ne kadar heykel var? Müzelerimizde ne kadar resim var? Bir şehrin meydanını planlarken bile topal uygulamalar yapılan ülkemizde, Cumhuriyetle birlikte aldığımız yolu da son on yılda kaybettik. Önümüzde yürüyen toplumların önüne birer 'adım ayarlayıcı' konmayacağına göre, bizler hızlanmalıyız.
İnsanlık uygarlık yolunda ilerlerken, bu yolda geri kalanların ya da başka bir deyişle; bazı toplumlar uygarlık yolunda almış başını giderken ve artan bir ivme ile ilerlerken geride kalan toplumlar onlara yetişsin diye, ilerleyen toplumların önlerine uygarlık ayarlayıcı konabilir mi? Batı ile de, Japonya ile de aramızda büyük ve derin uçurumlar olduğu bir gerçek. Bugün yukarıdaki varsayımın gerçekleştiğini düşünsek bile, Bir Almanya, bir Amerika, bir Japonya asla olmayız. Onların ulaştıkları maddi standartlara asla ulaşamayız. Çünkü Dünya'da sömürülecek alan kalmadı. Sömürmeden zengin olunmaz. Ancak kendi kendimizi sömürürüz. Biz batının Rönesansla elde ettiği bilgi birikimini dışladık. Cumhuriyetle birlikte bu kavramları tanımaya başladık ama hala Rönesansımızı yapmamış toplumuz. Çok geç kaldık. 18. yüzyıldan önce ulaşılması gereken aşamaya ulaşamamış ve bu nedenle, dünya ve evrendeki yerimizi tam olarak anlamamıştık. Avrupa, Rönesansını yaşarken, biraz bekleyelim Türkler de bize yetişsinler deselerdi eğer, 300 yıl beklemeleri gerekirdi. Sadece Avrupa Rönesansı mı? Bizler Aanadolu'da İslam Rönesansını da dışlamıştık. Dokuzuncu yüzyılda başlayan ve 12. yüzyıla kadar süren bu dönemde, Farabi ve İbni Sina'nın izinden giden bir Türk filozof ve bilgin yok. İbni Sina'nın tıp ile ilgili ünlü Kanun'u, batıda 16. yüzyılda defalarca basıldığı halde, Türkçe çevirisi ancak 19. yüzyılda yapılmıştır. Bilim ve teknoloji ile üretilen maddi araç ve gereçler, yaşamı kolaylaştırır. Fakat bu uygarlık ölçütünde ikincil bir boyuttur. Zengin olunabilir ama kalkınılamaz. Sadece kalkınma da yeterli değildir. Uygar olak gerekir. Uygar olmak, insan olmak demek değildir. O yüzden birincil boyut; İnsan olmaktır. Düşünce, felsefe ve bunları yaratan insan aklı ile sanattır. Kaç tane resim, heykel sanatçımız var? Olanlara da ne kadar sahip çıkıyoruz. Ne kadar filozof yetiştirmişiz? Uluslararası alanda ne kadar makalemiz yayınlanıyor? Üniversitelerimizde ne kadar bilim yapılıyor? Meydanlarımızda ne kadar heykel var? Müzelerimizde ne kadar resim var? Bir şehrin meydanını planlarken bile topal uygulamalar yapılan ülkemizde, Cumhuriyetle birlikte aldığımız yolu da son on yılda kaybettik. Önümüzde yürüyen toplumların önüne birer 'adım ayarlayıcı' konmayacağına göre, bizler hızlanmalıyız.
28 Kasım 2013 Perşembe
KÜÇÜK !
Siyasi literatürümüze Turgut Özal'ın, Erdal İnönü'ye verdiği bir yanıt dolayısı ile girdi: "Sen onu küçük Turgut'a anlat." Her ne kadar Küçük Turgut'tan kasıt torunu olan Turgut dendi ise de, kastedilenin başka bir şey olduğu yadsınamazdı. İnsanlar tarih boyunca işte o küçükle düşünmüş ve konuşmuş. Bunu mağara resimlerinde de görürüz, tapınaklarında da, yaşadıkları kentlerde de...Kendi boyundan daha büyük, küçüğünün boyunu yapmış resimlerinde. Çeşitli kaynaklara göre; Romalılar kazandıkları bir savaştan sonra arabalarına küçüğün tahtadan kocaman bir heykelini takıp düşmana nasıl geçirdiğini anlatırlarmış, bununla. Tıpkı bugün gol atan bir futbolcunun eliyle 'geçirdim' işareti yapması ve ertesi gün kazanan takımın taarftarının karşı takımı tutan arkadaşına 'dün akşam nasıl geçirdik size' demesi gibi. Gol atmanın orgazma benzediğini söylemişti bir röportajda Feyyaz Uçar. Haksız da sayılmazdı, binlerce yıl öncesinden insanın atası da böyle düşünüyordu, şimdi de böyle düşünülüyor... Küçüğe tarih boyunca atfedilen işler de öyle böyle değil. İster inanın ister inanmayın: Tanrı Enki, küçüğün salgısıyla, Dicle ve Fırat nehirlerini oluşturmuştu. Hint tanrısının ise; küçüğünün büyüklüğü karşısında diğer tanrılar saygıyla eğilirlerdi. Küçük öyle adı gibi küçük olamazdı. Boyu posu çok önemliydi. Bir de sertliği. Yapılan bütün heykelleri, taş, demir ve kayadandı. Sert görünsün maksat. Onun üzerine yemin ettikleri de oldu insanoğlunun tarih boyunca. Küçük üzerine bu kadasr kafayı takan insanoğlu, bugün neden herşeyi erkek egemenliği üzerine kuruyor da kadına toplumsal alanda yer vermiyor dedirtmeyecek kadar açık değil mi? Kadınlara her alanda yüzde elli kotası gelene kadar da bu böyle devam edecek gibi. Ama bunu da erkeklerden ve onların çıkaracağı yasalardan bekleyecek kadınlar. İşte işin asıl püf noktası bu.
26 Kasım 2013 Salı
LUN-YÜ
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.
'İnternetten kısa kısa okumakla olmayacak' diyenler için: MEB Çin klasikleri dizisi, birinci baskı.
'İnternetten kısa kısa okumakla olmayacak' diyenler için: MEB Çin klasikleri dizisi, birinci baskı.
23 Kasım 2013 Cumartesi
"DAHA ÖNCE SÖYLENMİŞTİ' Yİ" YENİDEN SÖYLEYELİM Kİ, HEM YALNIZ OLMADIĞIMIZ ANLAŞILSIN HEM DE "ACI AMA GERÇEK OLSUN" !
3 Temmuz 2012 Salı
DAHA ÖNCE SÖYLENMİŞTİ !
Gecenin karanlığını yararak, sessizliği bozan, susturucusu alınmış egzosta patlayan ve insanı yatağından fırlatan 'o' otomobil ya da motosiklet sesi oldukça;
Pazar günleri ve de üstelik geceleri bile mahalle arasında, parasal izinle! inşaata ve iş makinalarının çalışmasına izin verildikçe ve bunu üstelik dört dönemdir iş başında olan sosyal demokrat belediye yaptıkça;
Tecimsel televizyonlarda (şifreli olanlar ve sırf sinema kanalları hariç) izlediğiniz film bittiğinde merak ettiğiniz oyuncu, müzik, kostüm vs. için jeneriği beklerken son sahnenin ardından film pat diye kesildikçe;
Parasını ödeyerek izlediğiniz şifreli kanalda, oynanan spor karşılaşması dakikada bir alttan, üstten ve yandan reklamlarla gözü doymaz bir aç gözlülükle ve bazen de sesli olarak işgal edildikçe;
Bölümü bitmiş bir dizinin gösterildiği son sahnesinden sonra "devam edecek" yazısıyla reklamlara geçip de, tekrar yayına döndüğünde yeni bir şey göstermeyip, insanlar kandırıldıkça;
Vurgulamayı ve sözcük kullanmayı bilmeyen televizyon sunucuları ve haber okuyucuları oldukça;
Her yapılanı, eleştirel aklın süzgecinden geçirmeden şakşaklayan dalkavuklar etrafı kuşattıkça;
Katille maktülün adı aynı plâkete yazılıp eşitlendikçe;
Güya hayvan severliğinden evine aldığı kediyi üç günde bir yıkayan ve onu eğitmeye kalkanlar oldukça;
Kendi çıkarlarını, mensubu olduğu topluluğun çıkarlarının önüne koyan ve bunu içinde kendisinin de bulunduğu topluluğun (olası) kazanımlarından elde edenler oldukça;
Suçu kanıtlanma aşamasında kişiyi hapiste tutan, kanıtlandığında serbest bırakan yargı oldukça;
Yaşamında ne yaptığıyla ya da ne yapacağı ile ilgilenmekten çok, başkalarının hayatlarına burnunu sokup, en özel anlarına kadar nüfuz ederek çatlamaktan kurtularak! tatmine erişen meraklılar olduka;
Yemeği tatmadan, motor hareketle eline tuzluğu alıp tabağa boca edenler oldukça;
Yolcu indirmek için duran bir aracın arkasından uzun uzun korna çalıp "yolcu indirmeye !" karşı olanlar oldukça;
Aracını çalınmaya karşı tam sigorta yaptırdığı halde, alarm taktıranlar ve buna izin verenler oldukça;
Gündüz vakti kalabalık ve merkezi bir yerde gözünün görebildiği yere arabasını park ettiği halde, alarmını açık bırakıp dakikalarca çalmasına izin verenler oldukça;
Sigaranın, içilen ortamdaki içmeyen diğer kişilere verdiği zararlarını bildiği halde, ofis içinde sigara içmeyi bırakmak için yasanın çıkacağı gün ve saati bekleyenler oldukça;
Kapalı ortamlarda yasa gereği sigara içmeyenler, diğer çalışanlar bir sebeple gittiği zaman ortam kendilerine kaldığında ve yine kapalı ortam olduğu halde hemen sigaralarını yaktıkça;
Günde üç paket sigara içtiği, ekmeğin beyazını yediği ve yeni ekmek mevzuatına karşı olduğu halde, marketlerde doğal / organik gıda arayanlar ve bunun gibi akla gelmeyen yazılacak pek çok şey oldukça; ekonomik anlamda ne kadar büyürsen büyü, kalkınmış ve uygarlaşmış sayılmazsın.
Gündelik gerçeklik içinde sade bir insanın aklına gelenler bunlar... İnsana ait yazılmayan şey kaldı mı kalmadı mı bilmiyorum ama yine de insan, yazmaktan kendini alamayıp yazdıkça; diğer insanlar da, "insana ait ne varsa yapıldı" demeyip insanlık için çalışmaya, üretmeye, yazmaya devam edeceklerdir. Bu, "Amerika'yı yeniden keşfetmek" değildir. Aksi takdirde olduğumuz yerde kalır(ız)dık.
DAHA ÖNCE SÖYLENMİŞTİ !
Gecenin karanlığını yararak, sessizliği bozan, susturucusu alınmış egzosta patlayan ve insanı yatağından fırlatan 'o' otomobil ya da motosiklet sesi oldukça;
Pazar günleri ve de üstelik geceleri bile mahalle arasında, parasal izinle! inşaata ve iş makinalarının çalışmasına izin verildikçe ve bunu üstelik dört dönemdir iş başında olan sosyal demokrat belediye yaptıkça;
Tecimsel televizyonlarda (şifreli olanlar ve sırf sinema kanalları hariç) izlediğiniz film bittiğinde merak ettiğiniz oyuncu, müzik, kostüm vs. için jeneriği beklerken son sahnenin ardından film pat diye kesildikçe;
Parasını ödeyerek izlediğiniz şifreli kanalda, oynanan spor karşılaşması dakikada bir alttan, üstten ve yandan reklamlarla gözü doymaz bir aç gözlülükle ve bazen de sesli olarak işgal edildikçe;
Bölümü bitmiş bir dizinin gösterildiği son sahnesinden sonra "devam edecek" yazısıyla reklamlara geçip de, tekrar yayına döndüğünde yeni bir şey göstermeyip, insanlar kandırıldıkça;
Vurgulamayı ve sözcük kullanmayı bilmeyen televizyon sunucuları ve haber okuyucuları oldukça;
Her yapılanı, eleştirel aklın süzgecinden geçirmeden şakşaklayan dalkavuklar etrafı kuşattıkça;
Katille maktülün adı aynı plâkete yazılıp eşitlendikçe;
Güya hayvan severliğinden evine aldığı kediyi üç günde bir yıkayan ve onu eğitmeye kalkanlar oldukça;
Kendi çıkarlarını, mensubu olduğu topluluğun çıkarlarının önüne koyan ve bunu içinde kendisinin de bulunduğu topluluğun (olası) kazanımlarından elde edenler oldukça;
Suçu kanıtlanma aşamasında kişiyi hapiste tutan, kanıtlandığında serbest bırakan yargı oldukça;
Yaşamında ne yaptığıyla ya da ne yapacağı ile ilgilenmekten çok, başkalarının hayatlarına burnunu sokup, en özel anlarına kadar nüfuz ederek çatlamaktan kurtularak! tatmine erişen meraklılar olduka;
Yemeği tatmadan, motor hareketle eline tuzluğu alıp tabağa boca edenler oldukça;
Yolcu indirmek için duran bir aracın arkasından uzun uzun korna çalıp "yolcu indirmeye !" karşı olanlar oldukça;
Aracını çalınmaya karşı tam sigorta yaptırdığı halde, alarm taktıranlar ve buna izin verenler oldukça;
Gündüz vakti kalabalık ve merkezi bir yerde gözünün görebildiği yere arabasını park ettiği halde, alarmını açık bırakıp dakikalarca çalmasına izin verenler oldukça;
Sigaranın, içilen ortamdaki içmeyen diğer kişilere verdiği zararlarını bildiği halde, ofis içinde sigara içmeyi bırakmak için yasanın çıkacağı gün ve saati bekleyenler oldukça;
Kapalı ortamlarda yasa gereği sigara içmeyenler, diğer çalışanlar bir sebeple gittiği zaman ortam kendilerine kaldığında ve yine kapalı ortam olduğu halde hemen sigaralarını yaktıkça;
Günde üç paket sigara içtiği, ekmeğin beyazını yediği ve yeni ekmek mevzuatına karşı olduğu halde, marketlerde doğal / organik gıda arayanlar ve bunun gibi akla gelmeyen yazılacak pek çok şey oldukça; ekonomik anlamda ne kadar büyürsen büyü, kalkınmış ve uygarlaşmış sayılmazsın.
Gündelik gerçeklik içinde sade bir insanın aklına gelenler bunlar... İnsana ait yazılmayan şey kaldı mı kalmadı mı bilmiyorum ama yine de insan, yazmaktan kendini alamayıp yazdıkça; diğer insanlar da, "insana ait ne varsa yapıldı" demeyip insanlık için çalışmaya, üretmeye, yazmaya devam edeceklerdir. Bu, "Amerika'yı yeniden keşfetmek" değildir. Aksi takdirde olduğumuz yerde kalır(ız)dık.
RÜYAMDA 23 KASIM, NANİK
Anne ve küçük kızı konuşuyor. Kızın önünde biri (N.G.) national geographic, diğeri s.....ı olan iki yayın var. Kız, ne olduğunu bilmediğim 'görmemesi ve bilmemesi' gereken bir şey öğrenmiş, N.G.'den. Anne tedirgin. Ben: "Hem dergi hem s.....ı olmaz" diyorum ve yanlarından ayrılıyorum. Evimdeyim. Dışarıda, kapımın yanı başında bir adam otururuyor. Belli ki, beni gözlüyor. Kısa sarı saçlı. Beyaz tenli. Ben de onu gözlüyorum uzun bir züre. Sonra tekrar baktığımda birden faza adam olduğunu görüyorum. Kapımı çalıyorlar, açıyorum. İçeri girmek istiyorlar. İzin vermiyorum. Kaba kuvvet kullanmak istiyorlar. Hepsi ile baş edebileceğimi düşünüyorum. Hamle yapıyorum ama kimseye vuramıyorum. Yumruklarım ve hamlelerim yerini bulmuyor. Sanki bir el beni tutuyor. Kapıya yüklenerek üzerime çullanıyorlar. O anda can havliyle kaçarak kendimi bir panelin ortasında buluyorum. Ortaokul yaşlarındayım. Bir kaç konuşmacı ve az bir seyirci var. Futbol konuşuyorlar. İzleyiciler çok genç. Konuşmacılar orta yaşlı. Kendilerinin geçmiş dönem futbolcularını izlemiş olmasıyla övünüyorlar. İçlerinden biri izleyicilere dönerek: 'Metin-Ali-Feyyaz'ı canlı olarak izleyen var mı?' diye soruyor. Katılımcılardan bir ses çıkmıyor. Belli ki, izleyen yok. Peki, diyerek devam ediyor: 'O halde, izlemeseniz bile Beşiktaş'ın o dönem kadrosunu sayabilir misiniz?' Oturduğum yerden kalkarak, izleyicilerin arasından hızla dışarı çıkıyorum. Dışarıda paneldekileri de görebileceğim açık olan pencerenin önüne geliyorum ve kadroyu saymaya başlıyorum. Saydığım kadro Beşiktaş'ın 70'li yıllardaki 'bir kibrit te sen çak' kampanyasının yapıldığı mali döneminin çok kötü olduğu yıllara ait olan kadro. Konuşmacıların fazla böbürlenmemelerini, çok daha küçük olmama rağmen onların bildiklerinden daha önceki dönemi bildiğimi anlatırcasına, Sabri-Ahmet, Niko, Lütfü, Zekeriya- AhmetII, Vedat, Kahraman- Sinan(S.Engin değil), Tezcan, Tuğrul'lu kadroyu sayıyorum...Sayıyorum ve konuşmacılara bir nanik yapıp kaçıyorum.
22 Kasım 2013 Cuma
CANLI REPLİK
Bana dedi ki:
"Dünyaya bir kez daha gelsem yine seninle evlenirdim".
Bu, şu demekti benim için: Bu kadar yıllık beraberlikten ve evlilikten sonra, yaşadıklarını yine benimle yaşamak istemesiydi ki, benim için en büyük onurdu.
"Dünyaya bir kez daha gelsem yine seninle evlenirdim".
Bu, şu demekti benim için: Bu kadar yıllık beraberlikten ve evlilikten sonra, yaşadıklarını yine benimle yaşamak istemesiydi ki, benim için en büyük onurdu.
19 Kasım 2013 Salı
BİR DEYİŞİN İÇİNİN DOLDURULMASI
Bir bilim adamı siyasetçi olunca nesnelliğini; bir sanatçı ise, siyasetçi olunca muhalifliğini kaybeder. Bu sözden yola çıkarak sakın ola ki, sanatçılar siyasetle uğraşmaz ya da bilim insanları siyaset yapmaz anlamı çıkarılmasın. Sanatçının siyasetle olan ilişkisi muhalifliğinde, bilim insanının siyasetle olan ilişkisi yaşamını aydınlanmaya adamışlığındadır. İnsan dünyayı keşfetmeye sanatla başladı. Yaşamına anlam ve değer katmak isteğindeydi. Mağara duvarlarındaki resimler, heykelcikler, günlük kullanımdaki basit araçalar insanın yaşamına kattığı ilk ürünlerdi. Tüm dünyada acı çeken, sürgün edilen, mahpus yatan, işkence gören, vatandaşlıktan çıkarılan sanatçıları bir düşünün. Bilim ise bilinmeyeni bilinir, görünmeyeni görünür kılması bakımından nesnel olmak zorundaydı. Tarih boyunca, halkını dogmalarla idare edenlere karşı bulduklarıyla ve yaptıklarıyla ters düşen, engizisyonda yargılanan, yakılan bilim insanlarını düşünün. Eğer onlar çizginin öte tarafında yani siyasetçilerin, yönetenlerin (mutlak gücün) bulunduğu yerde olmayı tercih etselerdi; ne bir muhalif yazı yazabilir, ne karikatür yapabilir ne konuşabilir, ne bilinmeyeni bilinir ne de görünmeyeni görünür kılabilirlerdi.
Kaynak deyiş: "DEYİŞ 7", 4 Kasım 2012
8 Kasım 2013 Cuma
GELDİĞİMİZ YER
Öğrenci evleri ve daha bir çok konuda söylenen sözler parti tabanına ters gelmediği sürece kayba uğramaz. Kaldı ki, toplumun çoğunluğunun da bu şekilde düşündüğü varsayımını unutmayalım. Söylenen söz toplum yapısına ters değildir. Aynı zamanda demokratik de değildir. Demokrasilerde bu tür müdahaleler olmaz. Bu bir paradoksdur. Paradoksu açacak olursak: Bir kamuoyu yoklaması ya da daha net ve kesin olsun diye (üstelik propagandasız) bir referandum yapılsa hangi söylem kazanır bir düşünün? Karşı söylemi savunanlar ahlaksızlıkla suçlanmazlar mı? Üzerine yaşadığımız güzel ülkemizin yönetenlerle yönetilenler arsındaki bağıntının, halk ile demokrasi arasındaki bağıntıdan ne kadar farklı işlediğinin göstergesidir. Asıl üzerinde düşünülmesi gereken şey; söylemlerin artık demokrasiye uygun olup olmadığı değil, dine uygun olup olmadığıdır. Bu noktadayız.
7 Kasım 2013 Perşembe
ALEXANDER BORODIN'IN PRENS IGOR OPERASINDAN POLOVEÇ DANSLARI
Prens Igor operası, 11. yüzyılda Ruslarla Tatarlar arasında geçen bir savaş sırasında yaşananları anlatır. Savaş sırasında Prens Igor ve oğlu Vladimir, Poloveç (Peçenek) savaşçıları tarfından esir edilir. Kaliyet soyundan geldikleri için sıradan esirler gibi değil, asil konuklar olarak ağırlanırlar. Poloveçlerin Han'ı, tutsaklar onuruna bir festival düzenler. Kutlamalar sırasında savaşçılar ve genç kızlar dans eder. Operanın bu bölümü, işte bu danslar esnasında çalınan muhteşem müzik ve söylenen şarkılardır.
Rüzgarn kanatlarında uç vatanımıza sevgili şarkı,
Seni özgürce söylediğimiz yere,
Seni söylediğimizde kendimizi özgür hissettiğimiz yere.
Yakıcı göğün altındaki havanın sonsuz sevinç dolu olduğu,
Denizin cağlamasıyla dağların bulutlara yaslanıp uyuduğu yer.
Orada güneş öylesine parlaktır ki,
Yurdumuzun dağlarini ışığına boğar.
Eşsiz güller vadilerinde çiçek açar,
Yeşil ormanlarinda bülbüller cıvıldar, ve baldan tatlı üzümler de orada yetişir.
Orada özgürsün, ey şarkı,
Oraya uçmalısın.
Gücünü ve yiğitliğini övün kağanın!
Şanlı kağanımızı övün! o ki,
şanının parlaklığıyla güneşe benzer!
ve kimse şanıyla boy ölçüşemez, kimse!
Kağanın köleleri övün kağanı, kağanınızı!
Görüyor musun uzak denizlerin kıyılarından gelen bu köle kızları;
Görüyor musun hazar denizi'nin ötesinden gelen bu güzellikleri?
Söyle dostum, Bana tek bir söz söyle:
Eğer istiyorsan seç birisini,
Sana veririm istediğini.
Kağana övgü sarkıları söyleyin, söyleyin!
Cömertliğini övün, merhametini!
Övün onu! Düşmanlarina korku salar o, kağanımız!
Kim kağan kadar şanlı, kim?
O ki, şanının parlaklığıyla güneşe benzer!
Kağanımız, Kağan Koncak, ataları kadar şanlıdır!
Korku salan Kağanımız koncak ataları kadar şanlıdır!
Muhteşemdir o, Kağanımı Koncak! Başımızdan eksik olmasın!
Kağanımız, Kağan Koncak, ataları kadar şanlıdır!
Korku salan Kağanımız Koncak ataları kadar şanlıdır!
çok yaşa Kağan Koncak!
Kağan Koncak!
danslarınızla eğlendirin Kağanı!
Kağanı eğlendirmek için dans edin köleler!
Kağanınızı!
danslarınızla eğlendirin Kağanı!
danslarla eğlendirin!
Kağanımız Koncak'ı!
Not: Metin yazısı ve şarkı sözleri için kısmen ekşi sözlükten yararlandım.
Rüzgarn kanatlarında uç vatanımıza sevgili şarkı,
Seni özgürce söylediğimiz yere,
Seni söylediğimizde kendimizi özgür hissettiğimiz yere.
Yakıcı göğün altındaki havanın sonsuz sevinç dolu olduğu,
Denizin cağlamasıyla dağların bulutlara yaslanıp uyuduğu yer.
Orada güneş öylesine parlaktır ki,
Yurdumuzun dağlarini ışığına boğar.
Eşsiz güller vadilerinde çiçek açar,
Yeşil ormanlarinda bülbüller cıvıldar, ve baldan tatlı üzümler de orada yetişir.
Orada özgürsün, ey şarkı,
Oraya uçmalısın.
Gücünü ve yiğitliğini övün kağanın!
Şanlı kağanımızı övün! o ki,
şanının parlaklığıyla güneşe benzer!
ve kimse şanıyla boy ölçüşemez, kimse!
Kağanın köleleri övün kağanı, kağanınızı!
Görüyor musun uzak denizlerin kıyılarından gelen bu köle kızları;
Görüyor musun hazar denizi'nin ötesinden gelen bu güzellikleri?
Söyle dostum, Bana tek bir söz söyle:
Eğer istiyorsan seç birisini,
Sana veririm istediğini.
Kağana övgü sarkıları söyleyin, söyleyin!
Cömertliğini övün, merhametini!
Övün onu! Düşmanlarina korku salar o, kağanımız!
Kim kağan kadar şanlı, kim?
O ki, şanının parlaklığıyla güneşe benzer!
Kağanımız, Kağan Koncak, ataları kadar şanlıdır!
Korku salan Kağanımız koncak ataları kadar şanlıdır!
Muhteşemdir o, Kağanımı Koncak! Başımızdan eksik olmasın!
Kağanımız, Kağan Koncak, ataları kadar şanlıdır!
Korku salan Kağanımız Koncak ataları kadar şanlıdır!
çok yaşa Kağan Koncak!
Kağan Koncak!
danslarınızla eğlendirin Kağanı!
Kağanı eğlendirmek için dans edin köleler!
Kağanınızı!
danslarınızla eğlendirin Kağanı!
danslarla eğlendirin!
Kağanımız Koncak'ı!
Not: Metin yazısı ve şarkı sözleri için kısmen ekşi sözlükten yararlandım.
3 Kasım 2013 Pazar
1 Kasım 2013 Cuma
İNSAN BELLEĞİ UNUTUR !
Bundan üç gün eksiğiyle tamı tamına iki yıl öncesiydi "unutmak belleğin hastalığı mıdır?" diye sormuştum. İnsan herşeyi yaşadıkça görüyor ve duyuyor. Her insan aynı şeyleri görüp yaşayamaz belki ama, yaşam içerisindeki herşey her olay insan içindir. İnsanların otobiyografilerine giren bütün yaşananlar çerçevesinde bakıldığında, her insanın daha önce yaşanmış olan; iyi-kötü, güzel-çirkin, acı-tatlı, mutlu-mutsuz olaylardan bazılarını veya tümünü yaşaması olasıdır. Gün gelecek belki de her insan; söylediği yalanla, yaptığı kötü bir davranışla ve aldatmayla başkasına yaşattığı duyguları kendi de yaşayacaktır. 6,5 milyar insan varsa, olaylar deposunda da 6,5 milyar olay var demek değildir. Binlerce, onbinlerce insan ortak olayları yaşamaktadır. Olaylar deposunun bir olayı bazen dünyanın tüm insanlarının ortak derdi, konusu olmaktadır. Daha önce hiç yaşanmamış bir olayın meydana gelebilme olasılığı, vuku bulanların olasılığından daha azdır. Böylesi hiç görülmedi denen olayları her gün yaşamıyoruz. Fakat daha önce meydana gelenleri ve benzerlerini farklı coğrafyalarda ve farklı insanların yaşadıklarını sıkça işitiyoruz. İnsanlar tarafından en sıklıkla yaşananı ve yaşatılanların başında geleni "hafızayı beşer nisyan ile maluldür" misali söylenenlerin unutulduğudur. İnsan hafızası unutur. Evet, unutmak belleğin hastalığıdır. Bir kişi, bir şeyden kaçmak ve sorumluluğu üzerinden atmak için "hatırlamıyorum" der ve sözümona kurtulur. Hatırlamıyorum diyen kişiye, zorla hatırlamadığını hatırlatmaya kalkışamazsınız. O, kendince haklılığını kanıtlamıştır. "Bu kadarına da pes" dedirtecek denli, hiçbir şey olmamışçasına davranan bu kişilere başkaca söyleyecek söz bulamamaktadır insan. Söylemeye de gerek yoktur. Kısa bir süre önce tanıştığım bir kişi bana: "Çinliler uzaylı" demişti. "Bunu nereden çıkardın" diye sorduğumda, bana; "ben öyle inanıyorum" dediğinde ben de kendisine: "eğer bu tezini herhangi bir bulguya dayandırsaydın sana karşı tez sunmaya ya da tezini çürütmeye çalışırdım" dedim. "Ama inanıyorum diyorsan buna karşı hiçbir sav ileri süremem, inancına karışamam, sen inanmaya devam et" dedim. "Hatırlamıyorum" diyen kişiye de hiçbir şey söylenemez. Zorla hatırlatılmaz, "hatırlamamaya devam et" denir.
26 Ekim 2013 Cumartesi
Joel Coen, Ethan Coen Kardeşlerin Hudsucker Proxy filminden "Sabre Dance - Aram Haçaturyan"
Bir film ne için izlenir? Bu filmde başka hiçbir şey olmasa bile izlemeye değmez mi?
24 Ekim 2013 Perşembe
RÜYAMDA 24 KASIM PERŞEMBE (CENNETİN TAHTASI)
Uykudayken gözümü açıyorum ve turkuaz renkli suları olan bir koyda buluyorum kendimi. Koy, dar bir kıstakla açık denize bağlı. Kıstağın açık denize bakan ağzında, kıyıya paralel ve geçişi denizden göstermeyecek şekilde uzanan adalar olduğunu görüyorum. Burasının bir zamanlar korsanların saklanmak için kullandıkları koy olduğunu düşünüyorum ve belleğimde hemen Kekova (üçağız) canlanıyor. Tek farkla ki; gördüğüm koyun dört bir tarafı, toprağı kum rengi olan tepeler ile çevrili. Tepelerden denize ulaşan yamaç boyunca inanların yaşamadığı, karanlık pencere boşluklarından içerisinin görünmediği, toprakla aynı renkte tek katlı antik dönemden kalma evler görüyorum. Bu evler dört tarafı kaplamış duruyorlar. Burasının "Dünyadaki cennet" olduğunu söylüyor, yanıma gelen bir genç. Neden bu ad verilmiş diye soruyorum kendisine. Beni ardına alarak biraz ileride zamanında kıyı yerleşiminin daha yoğun olduğu bir yere doğru yürütüyor. İlerledikçe, tahta bir iskeleye yaklaşıyoruz. İskeleye ayak basar basmaz antik köye geliyorum. Oradaki kişiye, Ben Cemal Süreya'nın güzellemesini görmek istiyorum diyorum. O anda antik köy görünümü kayboluyor. Bu kez kendimi bir gölde buluyorum. Etrafım sedir ağaçlarıyla dolu yemyeşil, Tahta iskelenin sağ ve sol yanındaki dar kıyı şeridinde, altın rengi kumların üzerinde çıplak kadınlar görüyorum. Sen yoksun aralarında. Onları geçiyorum, birden sen çıkıyorsun karşıma, sen de çıplaksın fakat diğer kadınlardan farklı olarak, senin oraların yani venüs tepesinde su damlası gibi bir kalp şekli olduğunu görüyorum. Bu şekli sen mi yaptın diye soruyorum sana. Bir süre öylece seni seyrediyorum. Sonra seni alıp geri dönüyorum, seyahatte olduğundan görüşmediğimiz için kendimi seninle aynı yatakta buluyorum.
22 Ekim 2013 Salı
BUNDAN SONRA NE YAPMALI ?
Bir dönem çok sayıda ortak noktaları olan, dünyaya aynı pencereden bakan iki dost ve arkadaş, gün gelir ters düşerler ve birbirlerine karşı gerek kişisel, gerekse dünya ve yaşam konusunda ağır eleştirilerde bulunurlar. İkisi de aynı şeyleri düşünüp, dünyaya aynı pencereden baktıkları ve aynı şeyleri söyledikleri halde, inatla aralarında savaş başlatmaya kadar götürürler işi. Bu uzunca bir süre böyle devam eder. Birbirlerine görünmemek için sokaklarından bile gündüz geçmemeyi yeğlerler. Ta ki, bir gün taraflardan biri diğerinin kapısını çalana dek. Ev sahibi olan kişi, kapısına kadar gelmiş olan eski dostunu geri çevirmez, konuğunu nezaket kuralları çerçevesinde kabul eder ve gereği gibi davranır. Bu buluşmada eski konular yeniden açılmaz ve tartışma yapılmaz. Geçmiş konuşulmaz, yüz göz olunmaz. Ziyarete gelen kişi de o ana kadar kapalı olan evini açmıştır. İşte asıl soru bu noktadan sonra nasıl davranılması gerektiği konusudur. Süreç nasıl işleyecektir? Eski dostunu kabul eden ev sahibinin görevi orada bitmiş midir? Yoksa, onun da bir karşı ziyaret yapması gerekli midir? Karşı ziyaret ve devamında herşey yeni baştan başlıyormuş gibi olabilecek midir? İlk ziyareti yapan ve kendisinden bir açıklama beklenen kişinin o açıklamayı yapması gerekmekte midir? Özür dilemese de geçerli bir bir mazareti olduğunu anlatacak mıdır? Bundan sonra hiçbir şey olmamış gibi mi devam etmelidir? Yüz yüze açıklama yapmanın kendisi için zor olacağını düşünüyor olabilir. Bu durumda teknolojik olanaklar da kullanılabilir. Siz ne dersiniz?
18 Ekim 2013 Cuma
16 Ekim 2013 Çarşamba
NOSTALJİK BİR TEŞEKKÜR İLANI !
Zorunlu olarak evde ve üstelik yalnız kaldığım bugünün güzel ve dayanılır geçmesinde büyük katkıları olan eski dostum pikabıma ve Connie Francis'e huzurlarınızda teşekkür ederim. Bugünü çile olmaktan çıkardılar ve hala devam ediyorlar.
14 Ekim 2013 Pazartesi
İKİ SÖZ !
Kediler, bu dünyanın efendisinin insan olmadığını kanıtlamak için var olmuşlardır.
Kedilerle yaşamadan; minnet etmemenin, kıç yalamamanın ve köpek olmamanın ne demek olduğunu anlayamazsın.
Kedilerle yaşamadan; minnet etmemenin, kıç yalamamanın ve köpek olmamanın ne demek olduğunu anlayamazsın.
11 Ekim 2013 Cuma
TEKRAR OKUNSUN DİYE !
Sürekli kendini ispat içinde olma tutkusu, kişinin yanlış tanınabileceği kuşkusundan kaynaklanıyorsa buna bir dereceye kadar hoşgörü ile bakılabilir. Gerçek yaşamda, insanların birbiri ile yüz yüze olduğu durumlarda kuşku duymanın bir anlamı yoktur. Davranış ve sözlerde dürüst davranılıyorsa kişi kendini içtenlikle dışa vuruyorsa, en az o kadar tanınabileceği kesindir. Kişilerin birbirini göremediği, duyamadığı, davranış ve konuşma becerilerini duyuları ile anlatamadığı ortamlarda (burası yani blogger gibi), yanlış tanınma ve tanınamama kuşkusu duyulması olağan bir davranıştır. Yazılanlar her zaman kişiyi tanıma ve belli bir düzlemde hayal etme konusunda yeterli olmaz. Davranışı, duruşu, oturuşu, toplum içindeki saygınlığı, konuşması, huyu, karakteri yazılarına tam olarak yansımaz. Ancak o kişi hakkında sadece fikir verir. Sadece dünya görüşünü yansıtır.
Bazı insanlar 'burada' "kuşku duyanlara" örnek gösterilebilirse de, gerçek hayatta ve toplum içinde kendini ispatlamaya gayret etmez ve buna da gerek duymazlar. Ne oldukları ve nasıl oldukları, gerek fiziksel ve gerekse fikirsel olarak herkesin gözü önündedir.
Kendine, içinde yaşamak zorunda olduğun bu insanlara, konuşmak zorunda olduklarına ve sevdiğin ve seviştiklerine tahammül edebilmen için, (seni) şaşırtacak bir şeyler bulmalısın.
Libido, kişinin kendi organizmasında ve karşı cinsle iletişiminde özgürce davranmasaydı hayatın nüvesinden bahsedemezdik. İşte tam bu noktada, hayatı ahlakın hizmetinde gören bizim gibi toplumlar geliyor gözümün önüne. Çok şeyi bilip de bahsedemediğimiz gibi.
Anıların güzelse ölsen de gam yemezsin artık.
Çok uzaktan biri, bir tek hissettirme ile seni nasıl kırdığının farkında olmayabilir, aynı zamanda o kişi, bir tek hissettirme ile sende beklenti oluşmasına da yol açmış olabilir. Bundan kendini sorumlu tutup ahmaklıkla suçlamamalısın.
Bütün bir ilişkiyi gidiş anına odaklanarak değerlendirmek pek doğru olmaz kanımca. O, ilk günden itibaren yaşanmışların toplamıdır. Yaşadığın anların güzelliğini anımsa. Ayrılmadan önceki son görüntü ile, ilişkiyi bitirmeden önce ağızdan çıkan son sözle değerlendirmek, yaşanmış olan soylu iklişkiye gölge düşürür. Şu düşünce de haklı olabilirsin: Bir kadını terk etmek (bırakılmak) kadının soylu kutsallığına darbedir. Yani bir erkek, kadını terk etmekten değil, kadın tarafından terk edilmekten yana olmalıdır. Bu önceliği kadına vermelidir.
Bir kadın ile bir erkek arasında yaşanan birliktelik; kadın açısından bakıldığında, kırılmak üzere olan büyükçe bir cam parçası üzerinde yürümeye benzer. Her an yaşanabilecek bu kırılganlık kadının tüm bedenini saracaktır. Kadın, camın ilk kırıldığı anda yürümeyi bırakmayacak ve daha dikkatli adımlarla yürüyüşünü tamamlamak isteyecektir. Ne kadar dikkat edilirde edilsin kırılmalar devam edecektir. Cam üzerindeki her çatlak, kalp kırığına dönüşecektir ve artık tamir edilmez boyutta kadını yaralayacaktır, ta ki çatlayıp kırılmayan daha esnek, daha dayanıklı ve adımlarınızı üzerinde yumuşatacak bir cam parçası bulana kadar.
Geçmişe gidip orada kendini buluyorsan eğer, yaşadığın yıllar sana kâr kalmıştır. Her bir kimsenin söylemek ya da yapmak istediği şeyi gerçekleştirmişsin demektir. O da şudur: "O yılın yaşı ve şimdiki akılsallıkla geçmişi yeniden yaşamak".
Kıskanmak ve kıskanılmak güzel bir duygudur. Her zaman için (daha çok) kıskanan değil de kıskanılan biri olmak daha güven verir. Kıskançlık sendromundan söz edilebilmesi için bunun aşırı dozda olması gerekir. Bu gibi durumlarda, erkek ve kadının tepkileri farklılık gösterebiliyor. Erkek, doğrudan kadına yönelik saldırganlık ve şiddet eyleminde bulunduğu halde, kadın erkeğin çevresine karşı saldırganlık ve kötücül davranışlarda bulunup, onun çevresini kendince temizleme yoluna giderek dışavurmaktadır bu tepkisini...
Hiçbir şey önceden belli değildir. Kuram, gerçekleşenler üzerinden istatistiki metodlarla belirlenmiş olup, meydana gelen olaylarla doğrudan bir ilişki kurmak metafizk bir yaklaşım olur. Kendini ferah tut, kozandan çıkıp gönül rahatlığı ile kanat çırpıp uçabilirsin. Hep larva olarak kalamazsın ya. Bence, kelebek etkisinden anlayacağımız, dünyanın biryerlerinde insanları harekete geçiren olayların, başka bir yerde de tepki bulması ve katılımıdır. '68 gençliği hareketi gibi. Fransa'da başlayıp, dünyanın başka yörelerinde ve Türkiye'de de etkileşim bulan hareketti. Ben bunu anlıyorum. Mistik olarak yorumlamaya kalkarsak bu insanı içinden çıkılmaz ve hareket edemez hale getirir. Etrafımızda olan bitenden sorumlu olduğumuz sonucunu çıkarmamıza neden olur ki, bu da insanı başka boyutlara taşır, kendinden uzaklaştırır.
Şefkat duygusunun, daha çok, suçluluk duygusu duyulduğu anlarda yüzeye çıktığına inanır mısınız?
Aşık olan kişide meydana gelen tüm fiziksel ve ruhsal değişikliklere kesinlikle katılıyorum. Kim daha enerjik ve daha zeki ve özgüvenli, daha sağlıklı olmak istemez? Bu soruya verilecek yanıt 'tümden olumlu' ise, buyrun aşık olmaya...
Küçük şeylerden mutlu olmayı başaranlar, hayatı kendileri için kolaylaştıran insanlardır.
Hayat sürekli bir yanılma öğrenme durumudur. Kendi içinde çözümü yoktur. Yollardan birinin seçimi arzuların ve ona karşı olan içimizdeki güçlerin çekişmesidir. Bunlar yaşıyor olduğumuzun kanıtlarıdır. Hiç bir şey duymamak daha mı iyidir? Hayat, iyi olan ile şeytansı olan arasında var olan gerilimdir. İnsanlar iyi olandan da şeytansı olandan da paylarını almışlarıdır. Bütün bunlara rağmen kendimizi değişemez olarak nitelememiz gerçekçi değildir. Yanılma ve öğrenme sonucunda elde ettiğimiz deneyimler, bizlerin hayatı daha başka şekilde karşılamamıza neden olacaktır. Gün gelecek; seni hiç şaşırtmayan o an geldiğinde, değişmenin de sonu gelmiş ve sen herkesi anlıyor ve kendini de tanıyor olacaksın.
Bazı insanlar 'burada' "kuşku duyanlara" örnek gösterilebilirse de, gerçek hayatta ve toplum içinde kendini ispatlamaya gayret etmez ve buna da gerek duymazlar. Ne oldukları ve nasıl oldukları, gerek fiziksel ve gerekse fikirsel olarak herkesin gözü önündedir.
Kendine, içinde yaşamak zorunda olduğun bu insanlara, konuşmak zorunda olduklarına ve sevdiğin ve seviştiklerine tahammül edebilmen için, (seni) şaşırtacak bir şeyler bulmalısın.
Libido, kişinin kendi organizmasında ve karşı cinsle iletişiminde özgürce davranmasaydı hayatın nüvesinden bahsedemezdik. İşte tam bu noktada, hayatı ahlakın hizmetinde gören bizim gibi toplumlar geliyor gözümün önüne. Çok şeyi bilip de bahsedemediğimiz gibi.
Anıların güzelse ölsen de gam yemezsin artık.
Çok uzaktan biri, bir tek hissettirme ile seni nasıl kırdığının farkında olmayabilir, aynı zamanda o kişi, bir tek hissettirme ile sende beklenti oluşmasına da yol açmış olabilir. Bundan kendini sorumlu tutup ahmaklıkla suçlamamalısın.
Bütün bir ilişkiyi gidiş anına odaklanarak değerlendirmek pek doğru olmaz kanımca. O, ilk günden itibaren yaşanmışların toplamıdır. Yaşadığın anların güzelliğini anımsa. Ayrılmadan önceki son görüntü ile, ilişkiyi bitirmeden önce ağızdan çıkan son sözle değerlendirmek, yaşanmış olan soylu iklişkiye gölge düşürür. Şu düşünce de haklı olabilirsin: Bir kadını terk etmek (bırakılmak) kadının soylu kutsallığına darbedir. Yani bir erkek, kadını terk etmekten değil, kadın tarafından terk edilmekten yana olmalıdır. Bu önceliği kadına vermelidir.
Bir kadın ile bir erkek arasında yaşanan birliktelik; kadın açısından bakıldığında, kırılmak üzere olan büyükçe bir cam parçası üzerinde yürümeye benzer. Her an yaşanabilecek bu kırılganlık kadının tüm bedenini saracaktır. Kadın, camın ilk kırıldığı anda yürümeyi bırakmayacak ve daha dikkatli adımlarla yürüyüşünü tamamlamak isteyecektir. Ne kadar dikkat edilirde edilsin kırılmalar devam edecektir. Cam üzerindeki her çatlak, kalp kırığına dönüşecektir ve artık tamir edilmez boyutta kadını yaralayacaktır, ta ki çatlayıp kırılmayan daha esnek, daha dayanıklı ve adımlarınızı üzerinde yumuşatacak bir cam parçası bulana kadar.
Geçmişe gidip orada kendini buluyorsan eğer, yaşadığın yıllar sana kâr kalmıştır. Her bir kimsenin söylemek ya da yapmak istediği şeyi gerçekleştirmişsin demektir. O da şudur: "O yılın yaşı ve şimdiki akılsallıkla geçmişi yeniden yaşamak".
Kıskanmak ve kıskanılmak güzel bir duygudur. Her zaman için (daha çok) kıskanan değil de kıskanılan biri olmak daha güven verir. Kıskançlık sendromundan söz edilebilmesi için bunun aşırı dozda olması gerekir. Bu gibi durumlarda, erkek ve kadının tepkileri farklılık gösterebiliyor. Erkek, doğrudan kadına yönelik saldırganlık ve şiddet eyleminde bulunduğu halde, kadın erkeğin çevresine karşı saldırganlık ve kötücül davranışlarda bulunup, onun çevresini kendince temizleme yoluna giderek dışavurmaktadır bu tepkisini...
Hiçbir şey önceden belli değildir. Kuram, gerçekleşenler üzerinden istatistiki metodlarla belirlenmiş olup, meydana gelen olaylarla doğrudan bir ilişki kurmak metafizk bir yaklaşım olur. Kendini ferah tut, kozandan çıkıp gönül rahatlığı ile kanat çırpıp uçabilirsin. Hep larva olarak kalamazsın ya. Bence, kelebek etkisinden anlayacağımız, dünyanın biryerlerinde insanları harekete geçiren olayların, başka bir yerde de tepki bulması ve katılımıdır. '68 gençliği hareketi gibi. Fransa'da başlayıp, dünyanın başka yörelerinde ve Türkiye'de de etkileşim bulan hareketti. Ben bunu anlıyorum. Mistik olarak yorumlamaya kalkarsak bu insanı içinden çıkılmaz ve hareket edemez hale getirir. Etrafımızda olan bitenden sorumlu olduğumuz sonucunu çıkarmamıza neden olur ki, bu da insanı başka boyutlara taşır, kendinden uzaklaştırır.
Şefkat duygusunun, daha çok, suçluluk duygusu duyulduğu anlarda yüzeye çıktığına inanır mısınız?
Aşık olan kişide meydana gelen tüm fiziksel ve ruhsal değişikliklere kesinlikle katılıyorum. Kim daha enerjik ve daha zeki ve özgüvenli, daha sağlıklı olmak istemez? Bu soruya verilecek yanıt 'tümden olumlu' ise, buyrun aşık olmaya...
Küçük şeylerden mutlu olmayı başaranlar, hayatı kendileri için kolaylaştıran insanlardır.
Hayat sürekli bir yanılma öğrenme durumudur. Kendi içinde çözümü yoktur. Yollardan birinin seçimi arzuların ve ona karşı olan içimizdeki güçlerin çekişmesidir. Bunlar yaşıyor olduğumuzun kanıtlarıdır. Hiç bir şey duymamak daha mı iyidir? Hayat, iyi olan ile şeytansı olan arasında var olan gerilimdir. İnsanlar iyi olandan da şeytansı olandan da paylarını almışlarıdır. Bütün bunlara rağmen kendimizi değişemez olarak nitelememiz gerçekçi değildir. Yanılma ve öğrenme sonucunda elde ettiğimiz deneyimler, bizlerin hayatı daha başka şekilde karşılamamıza neden olacaktır. Gün gelecek; seni hiç şaşırtmayan o an geldiğinde, değişmenin de sonu gelmiş ve sen herkesi anlıyor ve kendini de tanıyor olacaksın.
8 Ekim 2013 Salı
DOĞRUYU SEÇ !
Lâiklik ile demokrasi arasında doğrusal bir ilişki vardır. Lâiklik yoksa demokrasi de yoktur. Örnek: Orta Doğu Ülkeleri ve Türkiye dışındaki tüm islâm ülkeleridir. Lâiklik ne kadar zedelenirse demokrasi de o kadar zedelenir. Demokrasi ile lâiklik arasındaki ilişkiye gelince; birbirinin benzeri gibi görünse de kavramlar yer değiştirince bağıntı da değişiyor. Yani demokrasinin olmadığı yerlerde lâiklik vardır ve olması da mümkündür. Örnek: Rusya, Çin, Kuzey Kore. (Hitler Almanyası, Mussolini İtalyası bile). Hem demokrasi geleneğinden yoksun olan ve hem de salt dini referans alan ortamdan demokrasi çıkmaz. Giderek lâikliğin azaldığı ve olmadığı ortamlarda yapılan uygulamalar ve bir etnik gurup ya da seçmen tabanı için yapılan düzeltmelerle demokratikleşme olmayacağı gibi, demokrasiden de uzaklaşılır. O yüzden lâiklik kurumunu canlı ve diri tutmak gerekir. Günümüzde bazı akademisyenler "Orta Doğu halklarında demokrasi kültürü yoktur" derler. İlk bakışta doğru gibi görünse de, bu sözün tam olarak doğru olabilmesi için, öncelikle o ülke insanlarının lâiklikle tanışmış ve ilkelerini de biliyor olması gerekir. Çünkü, lâik yaşamı görmeden ve ne menem birşey olduğunu bilmeden Demokrasiye geçmenin ne olduğunu bilmek mümkün değildir. Örnek: Mısır. Her ikisinin de yani hem lâikliğin hem de demokrasinin olmadığı ülkeler de üçüncü dünya ülkeleridir. Bir de bütün bunların dışınca demokrasiyi tüm kurum ve kuruluşlarıyla yaşama geçirmiş seküler devletler vardır. Başlangıçta bir an için hiç bir gurup ülke tanımına mensup olmadığınızı düşünün. Size ve gelecek kuşaklara en iyi yaşamı getirecek olanı seçmeniz gerekse idi hangi ülke gurubunu seçerdiniz?
6 Ekim 2013 Pazar
AHMED ARİF II
LEYLİM LEYLİM
Leylim - leylim dünyamızın yarısı
Al - yeşil bahar,
Yarısı kar olanda
Gene kavim - kardaş, can - cana düşman,
Gene yediboğum akrep,
Sarı engerek,
Alnımızın aklığında puşt işi zulüm
Ve canım yarı geceler
Çift kanat kapılarına karşı darağaçları,
Mahpusanede çeşme
Yandan akar olanda,
Gelmiş yoklamış ecel
Kaburgam arasından.
Yoklasın hele...
Çağıdır, can dayanmaz,
Çağıdır, en çatal, en ası,
Cehennem koncası memelerinin.
Çağıdır, kırk gün - kırk gece
Kolların boynuma kement,
Ha canım kötüye inat...
Vah ki ne desem,
Kurşunları namlulara sürülü,
İki elleri kan,
Baskıncılar uykumuzu yıkar olanda,
Alır yüreğim:
Yankın yasak, aynalara.
İnemem bahçende talan,
Tam, boş yanı bu, derim namussuzun,
Tam, bıçağım cehennem gibi güzelken,
Aklıma düşüyorsun
Ellerim arık...
Bilmiş
Bütün zulalar
Eğri hançer, kara mavzer, kan pusu.
Ve insan düşüncesinin o en orospu,
O en ayıp, frengili yemişi,
Çıldırtılmış uranyum
Bilmiş,
Bilsinler!
Sana nasıl yandığımı
Uuuuy gelin...
İşte kan tutmuş korsanlar,
Haramla beslenmiş azgın,
Düzmece peygamberler
Ve cüceleri
Ve iğdiş ve aptal kölelerine karşı,
İşte bir kez daha
Bu can bendeyken,
Delin, divanenim işte
Uuuuy gelin...
Bu yasaklar,
Firavun kalıntısı.
Yoksun,
Akdan - karadan.
Gizline, canevine kurulu faklar.
Gün ola, umut kesip korkunç yetinden,
Murdar tutkusuna dünyasızlığın,
Gün ola, düşesin bekler.
Düşme!
Ölürüm...
Gözlerinden, gözlerinden olurum.
Leylim - leylim
Ayvalar nar olanda
Sen bana yar olanda.
Belalı başımıza
Dünyalar dar olanda.
Leylim - leylim dünyamızın yarısı
Al - yeşil bahar,
Yarısı kar olanda
Gene kavim - kardaş, can - cana düşman,
Gene yediboğum akrep,
Sarı engerek,
Alnımızın aklığında puşt işi zulüm
Ve canım yarı geceler
Çift kanat kapılarına karşı darağaçları,
Mahpusanede çeşme
Yandan akar olanda,
Gelmiş yoklamış ecel
Kaburgam arasından.
Yoklasın hele...
Çağıdır, can dayanmaz,
Çağıdır, en çatal, en ası,
Cehennem koncası memelerinin.
Çağıdır, kırk gün - kırk gece
Kolların boynuma kement,
Ha canım kötüye inat...
Vah ki ne desem,
Kurşunları namlulara sürülü,
İki elleri kan,
Baskıncılar uykumuzu yıkar olanda,
Alır yüreğim:
Yankın yasak, aynalara.
İnemem bahçende talan,
Tam, boş yanı bu, derim namussuzun,
Tam, bıçağım cehennem gibi güzelken,
Aklıma düşüyorsun
Ellerim arık...
Bilmiş
Bütün zulalar
Eğri hançer, kara mavzer, kan pusu.
Ve insan düşüncesinin o en orospu,
O en ayıp, frengili yemişi,
Çıldırtılmış uranyum
Bilmiş,
Bilsinler!
Sana nasıl yandığımı
Uuuuy gelin...
İşte kan tutmuş korsanlar,
Haramla beslenmiş azgın,
Düzmece peygamberler
Ve cüceleri
Ve iğdiş ve aptal kölelerine karşı,
İşte bir kez daha
Bu can bendeyken,
Delin, divanenim işte
Uuuuy gelin...
Bu yasaklar,
Firavun kalıntısı.
Yoksun,
Akdan - karadan.
Gizline, canevine kurulu faklar.
Gün ola, umut kesip korkunç yetinden,
Murdar tutkusuna dünyasızlığın,
Gün ola, düşesin bekler.
Düşme!
Ölürüm...
Gözlerinden, gözlerinden olurum.
Leylim - leylim
Ayvalar nar olanda
Sen bana yar olanda.
Belalı başımıza
Dünyalar dar olanda.
AHMED ARİF I
ANADOLU
Beşikler vermişim Nuh'a
Salıncaklar, hamaklar,
Havva Ana'n dünkü çocuk sayılır,
Anadoluyum ben,
Tanıyor musun ?
Utanırım,
Utanırım fıkaralıktan,
Ele, güne karşı çıplak...
Üşür fidelerim,
Harmanım kesat.
Kardeşliğin, çalışmanın,
Beraberliğin,
Atom güllerinin katmer açtığı,
Şairlerin, bilginlerin dünyalarında,
Kalmışım bir başıma,
Bir başıma ve uzak.
Biliyor musun ?
Binlerce yıl sağılmışım,
Korkunç atlılarıyla parçalamışlar
Nazlı, seher-sabah uykularımı
Hükümdarlar, saldırganlar, haydutlar,
Haraç salmışlar üstüme.
Ne İskender takmışım,
Ne şah ne sultan
Göçüp gitmişler, gölgesiz!
Selam etmişim dostuma
Ve dayatmışım...
Görüyor musun ?
Nasıl severim bir bilsen.
Köroğlu'yu,
Karayılanı,
Meçhul Askeri...
Sonra Pir Sultanı ve Bedrettini.
Sonra kalem yazmaz,
Bir nice sevda...
Bir bilsen,
Onlar beni nasıl severdi.
Bir bilsen, Urfa'da kurşun atanı
Minareden, barikattan,
Selvi dalından,
Ölüme nasıl gülerdi.
Bilmeni mutlak isterim,
Duyuyor musun ?
Öyle yıkma kendini,
Öyle mahzun, öyle garip...
Nerede olursan ol,
İçerde, dışarda, derste, sırada,
Yürü üstüne - üstüne,
Tükür yüzüne celladın,
Fırsatçının, fesatçının, hayının...
Dayan kitap ile
Dayan iş ile.
Tırnak ile, diş ile,
Umut ile, sevda ile, düş ile
Dayan rüsva etme beni.
Gör, nasıl yeniden yaratılırım,
Namuslu, genç ellerinle.
Kızlarım,
Oğullarım var gelecekte,
Herbiri vazgeçilmez cihan parçası.
Kaç bin yıllık hasretimin koncası,
Gözlerinden,
Gözlerinden öperim,
Bir umudum sende,
Anlıyor musun?
30 Eylül 2013 Pazartesi
ANLATAMAYANLAR
"Anlamayanlar için notlarını" bile anlaşılmaz bir şekilde yazanlar; acaba, özensiz ve sıradan yazdıklarında neyi anlatmak istediklerini nasıl anlatacaklar? Bir diğer soru da şu: Sürekli anlamıyorsun diyenler; kendine, "anlatamıyor muyum" diye sormaz mı hiç? Nezaket gereği kişi, karşısındakine "anlamıyorsun" demez, "anlatamıyorum" der ve bunu da küstahlık yaratmasın diye sık sık yinelemez, benim bildiğim. Bu da, uygarlık ve olgunluk göstergesidir kanımca. Aslında neyi nasıl anlatamadıklarını! açıklayan bir yazı yazmaları önerilir kendilerine.
24 Eylül 2013 Salı
BİR TANIM (!)
Irkçılık; çağın gereği olarak, bir alanda sosyo-ekonomik değerlendirme yaparken, bir bölge insanından öteki diye söz etmektir. Yoksa o değerlendirmeyi yapmak değil...
23 Eylül 2013 Pazartesi
(MERAKLISI İÇİN) YENİDEN İNSANLIK TANIMI
İNSANLIK
İnsan üzerine söylenmiş sözler ve insan tanımları insanı anlatmaya tam olarak yeterli olmasalar bile insanın kötü bir yanını ışığa çıkarmışlardır. İnsanın bu yanına "açgözlülük" diyoruz. Bunca söylenmiş sözler, bunca yaşanmış deneyimler, hâlâ mı insanın bu boyutunun önüne geçememiştir? Buna karşılık" evet hâlâ" demekten öteye gidemiyeceğiz. Bizden öncekilerin tutumlarında, uğraşlarında belki de yanlış bir yöntem vardı. Yeni kuşaklar bu aksaklığı sezecekler mi? Uçsuz bucaksız evrende kendi mirasını yiyen başka bir toplum var mı? Sınırsız usumuzun kurallarını bu derece aşan ve onu kötü kullanmaya sevkeden nedir? *Tevfik Fikret'in dediği "toprak vatanım, tüm insanlar milletim, insan; insan olur ancak bunu anlarsa, inandım" dizesindeki gibi tanımı yapılmış bir kavramı düşünün. Bu, hiçbir şekilde gerçekleştirilemiyecek bir tanım değildir. İnsanlığı o yönde ilerletmekten başka çıkar yol yoktur. Yabanıl dönemden kalma alışkanlıklarımızı bir bir atmalıyız. Çünkü elimizde ne dünya diye bir gezegen ne de insan kalacak. Olası ömründen daha önce tüketip gideceğiz onu. Keşfettiği 'yeni dünya'da' görebildiği her şeyi kralına tescil edenlerden olmak bugün için ne kadar utanç vericiyse, aynı şekilde tapu senedi biriktirmek, tek hedef olarak zengin olmayı istemek, mülkiyet peşinde koşmak, dünyanın tüm yeraltı ve yerüstü kaynaklarını elde etmeye çalışmak, coğrafi fark gözeterek, paylaşmayıp sömürmek de o denli utanç vericidir.
Bir insan, üzerine ev yapmayacağı bir arazi parçasını neden satın alır? Spekülâtif amaçla kısa yoldan zengin olmak için. Bilinmez mi ki, birinin zenginliği onlarca, yüzlerce, binlerce kişinin yoksulluğu demektir. Bir kişi sadece ve sadece spekülatif amaçlarla elde ettiği zenginlikle ülkesine de dünyaya da hiçbir şey kazandırmayacaktır. Çünkü onun elde ettiği zenginlik, ülkesinde ve dünyada tıpkı poker masasındaki gibi gelirlerin kendisinde toplanmasından başka bir şey değildir. O masaya, masa dışından bir şeyler üretip koymadıkça, kazanan kişi zenginleşir, diğerleri yoksullaşır. Elde edilen milyonlarca liralık reklam gelirlerinin kaynağı da halk olduğu halde, o gelire kaynak olan geniş halk kesimlerine fayda sağlamamaktadır. Bunun adı olması gereken "yeniden paylaşım" değil, âdil olmayan yeniden paylaşımdır. Düşünülmesi gereken bu gelirin ülke ekonomisine ve ülke insanına ne gibi bir fayda sağladığıdır. Vergi alınır köprü yapılırdı. Şimdi köprü yapılıp vergi alınıyor. Ekonomiye herhangi bir katkısı olmayan ticari (üretim dışı) gelir olmaktan da çıkamıyor.
Tüm kötülüklerin başı, gereğinden ve ihtiyacından fazla mülkiyet sahibi olmayı istemektir. Benim (de) olsun hırsıdır. Tarihte, bir toprağın etrafını çevirip "burası benimdir" diyen o ilk insan, en kötü insandır. Kötülüklerin ve tüm savaşların başı olan o ilk insan'dan (ki, onun kim olduğunu kimse bilmiyor), arka ayakları üzerine kalkarak evrime devinim kazandıran o ilk devrimci insana geçmelidir insanlık.
İlk yayınlanış tarihi: "İnsanlık" başlığı ile, 28.03.2012
İnsan üzerine söylenmiş sözler ve insan tanımları insanı anlatmaya tam olarak yeterli olmasalar bile insanın kötü bir yanını ışığa çıkarmışlardır. İnsanın bu yanına "açgözlülük" diyoruz. Bunca söylenmiş sözler, bunca yaşanmış deneyimler, hâlâ mı insanın bu boyutunun önüne geçememiştir? Buna karşılık" evet hâlâ" demekten öteye gidemiyeceğiz. Bizden öncekilerin tutumlarında, uğraşlarında belki de yanlış bir yöntem vardı. Yeni kuşaklar bu aksaklığı sezecekler mi? Uçsuz bucaksız evrende kendi mirasını yiyen başka bir toplum var mı? Sınırsız usumuzun kurallarını bu derece aşan ve onu kötü kullanmaya sevkeden nedir? *Tevfik Fikret'in dediği "toprak vatanım, tüm insanlar milletim, insan; insan olur ancak bunu anlarsa, inandım" dizesindeki gibi tanımı yapılmış bir kavramı düşünün. Bu, hiçbir şekilde gerçekleştirilemiyecek bir tanım değildir. İnsanlığı o yönde ilerletmekten başka çıkar yol yoktur. Yabanıl dönemden kalma alışkanlıklarımızı bir bir atmalıyız. Çünkü elimizde ne dünya diye bir gezegen ne de insan kalacak. Olası ömründen daha önce tüketip gideceğiz onu. Keşfettiği 'yeni dünya'da' görebildiği her şeyi kralına tescil edenlerden olmak bugün için ne kadar utanç vericiyse, aynı şekilde tapu senedi biriktirmek, tek hedef olarak zengin olmayı istemek, mülkiyet peşinde koşmak, dünyanın tüm yeraltı ve yerüstü kaynaklarını elde etmeye çalışmak, coğrafi fark gözeterek, paylaşmayıp sömürmek de o denli utanç vericidir.
Bir insan, üzerine ev yapmayacağı bir arazi parçasını neden satın alır? Spekülâtif amaçla kısa yoldan zengin olmak için. Bilinmez mi ki, birinin zenginliği onlarca, yüzlerce, binlerce kişinin yoksulluğu demektir. Bir kişi sadece ve sadece spekülatif amaçlarla elde ettiği zenginlikle ülkesine de dünyaya da hiçbir şey kazandırmayacaktır. Çünkü onun elde ettiği zenginlik, ülkesinde ve dünyada tıpkı poker masasındaki gibi gelirlerin kendisinde toplanmasından başka bir şey değildir. O masaya, masa dışından bir şeyler üretip koymadıkça, kazanan kişi zenginleşir, diğerleri yoksullaşır. Elde edilen milyonlarca liralık reklam gelirlerinin kaynağı da halk olduğu halde, o gelire kaynak olan geniş halk kesimlerine fayda sağlamamaktadır. Bunun adı olması gereken "yeniden paylaşım" değil, âdil olmayan yeniden paylaşımdır. Düşünülmesi gereken bu gelirin ülke ekonomisine ve ülke insanına ne gibi bir fayda sağladığıdır. Vergi alınır köprü yapılırdı. Şimdi köprü yapılıp vergi alınıyor. Ekonomiye herhangi bir katkısı olmayan ticari (üretim dışı) gelir olmaktan da çıkamıyor.
Tüm kötülüklerin başı, gereğinden ve ihtiyacından fazla mülkiyet sahibi olmayı istemektir. Benim (de) olsun hırsıdır. Tarihte, bir toprağın etrafını çevirip "burası benimdir" diyen o ilk insan, en kötü insandır. Kötülüklerin ve tüm savaşların başı olan o ilk insan'dan (ki, onun kim olduğunu kimse bilmiyor), arka ayakları üzerine kalkarak evrime devinim kazandıran o ilk devrimci insana geçmelidir insanlık.
İlk yayınlanış tarihi: "İnsanlık" başlığı ile, 28.03.2012
10 Eylül 2013 Salı
İNCİR YAPRAĞI
Kendinden ne kadar geriye gidersen git, hangi zamana özenirsen özen, o gittiğin zaman, o zamana göre o anda orada yaşayanların yani an itibariyle onların çağıdır. Onlar o çağın çağdaşlarıdır. Teknolojiden kaçmayı ve ruhsal arınmayı çağdaşlıktan kaçmak olarak yorumlamak yanlıştır. Bunun için önce otomobilleri, sonra akıllı telefonları, bilgisayarları, fotoğraf makinalarını bırakıp, karaincir pilajından incir yaprağıyla denize girmek gerekir.
9 Eylül 2013 Pazartesi
8 Eylül 2013 Pazar
Bayanlar, Baylar, yanlış anlaşılmasın. Bıraksalar; İstanbul, 2020' yi alacak aslında. Buna, 'İstanbul' olarak tarihi, kültürel ve coğrafi konumu ve insanına dair gücü ve kudreti var. Olimpos'a (Atina'dan sonra) bu kadar yakın bir kentte olimpiyat yapılmaması onu yönetenlerin ayıbıdır, İstanbul'un değil. Alamayan, ülke sporuna yön vere(meye)n, kadınlar için ayrı, erkekler için ayrı 'Olimpik Havuz' yapmakla övünen, olimpik ruhtan yoksun ve sportif düşünceden uzak siyasetçilerdir.
3 Eylül 2013 Salı
FATAL MEMORY
Kötümser olarak: Son nefesini verirken, yapbozda hala boşluklar varsa eksik anılar yaşamışsın demektir.
İyimser olarak: Son nefesini verirken, yapbozda hala boşluklar varsa tamamlamak istemediğin kötü anıların var demektir.
Objektif olarak: Son nefesini verirken, yapbozda hala boşluklar varsa teknik olarak bellek hacmin o kadar demektir.
İyimser olarak: Son nefesini verirken, yapbozda hala boşluklar varsa tamamlamak istemediğin kötü anıların var demektir.
Objektif olarak: Son nefesini verirken, yapbozda hala boşluklar varsa teknik olarak bellek hacmin o kadar demektir.
30 Ağustos 2013 Cuma
BÜYÜK ZAFER
26 AĞUSTOS GECESİNDE SAATLER
İKİ OTUZDAN BEŞ OTUZA KADAR
VE
İZMİR RIHTIMINDAN AKDENİZ'E BAKAN NEFER
Saat 2.30.
Kocatepe yanık ve ihtiyar bir bayırdır,
ne ağaç, ne kuş sesi,
ne toprak kokusu vardır. Gündüz güneşin,
gece yıldızların altında kayalardır.
Ve şimdi gece olduğu için ve dünya karanlıkta daha bizim,
daha yakın, daha küçük kaldığı için ve bu vakitlerde topraktan
ve yürekten evimize, aşkımıza ve kendimize dair sesler geldiği için
kayalıklarda şayak kalpaklı nöbetçi
okşayarak gülümseyen bıyığını seyrediyordu Kocatepe'den
dünyanın en yıldızlı karanlığını.
Düşman üç saatlik yerdedir ve Hıdırlık tepesi olmasa
Afyonkarahisar şehrinin ışıklan gözükecek.
Kuzeydoğuda Güzelim dağları ve dağlarda tek tek ateşler yanıyor.
Ovada Akarçay bir pırıltı halinde ve şayak kalpaklı nöbetçinin hayalinde
şimdi yalnız suların yaptığı bir yolculuk var:
Akarçay belki bir akar su, belki bir ırmak, belki küçücük bir nehirdir
Akarçay Dereboğazı’ında değirmenlieri çevirip ve kılçıksız yılan balıklarıyla Yedişehitler kayasının gölgesine girip çıkar.
Ve kocaman çiçekten eflatun kırmızı beyaz ve sapları bir,
bir buçuk adam boyundaki haşhaşların arasından akar.
Ve Afyon önünde Altıgözler köprüsünün altından
gündoğuya dönerek ve Konya tren hattına rastlayıp
yolda Büyükçobanlar köyünü solda ve Kızılkilise'yi sağda bırakıp, gider.
Düşündü birdenbire kayalardaki adam kaynakları ve
yolları düşman elinde kalan bütün nehirleri.
Kim bilir onlar ne kadar büyük, ne kadar uzundular?
Birçoğunun adını bilmiyordu, yalnız, Yunan'dan önce
ve Seferberlik'ten evvel Selimşahlar çiftliğinde ırgatlık ederken
Manisa'da geçerdi Gediz'in sularını başı dönerek.
Dağlarda tek tek ateşler yanıyordu.
Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki şayak kalpaklı adam
nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden güzel, rahat günlere inanıyordu
ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,
birdenbire beş adım sağında onu gördü.
Paşalar onun arkasındaydılar.
O, saati sordu
Paşalar: 'Üç', dediler.
Sarışın bir kurda benziyordu
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
Yürüdü uçurumun başına kadar,
eğildi, durdu.
Bıraksalar
ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak
ve karanlıkla akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe'den Afyon ovasına atlayacaktı.
Saat 3.30.
Halimur - Ayvalı hattı üzerinde manga mevziindedir.
İzmirli Ali Onbaşı (Kendisi tornacıdır) karanlıkta göz yordamıyla
sanki onları bir daha görmeyecekmiş gibi
baktı manga efradına birer birer:
Sağda birinci nefer sarışındı, ikinci esmer.
Üçüncü kekemeydi fakat bölükte yoktu onun üstüne şarkı söyleyen. Dördüncünün yine mutlak bulamaç istiyordu canı.
Beşinci, vuracaktı amcasını vuranı tezkere alıp Urfa'ya girdiği akşam.
Altıncı, inanılmayacak kadar büyük ayaklı bir adam,
memlekette toprağını ve tek öküzünü
ihtiyar bir muhacir karısına bıraktığı için kardeşleri onu
mahkemeye verdiler ve bölükte arkadaşlarının yerine nöbete kalktığı için
ona 'Deli Erzurumlu' derdiler. Yedinci Mehmet oğlu Osman'dı.
Çanakkale'de, İnönü'nde, Sakarya'da yaralandı
ve gözünü kırpmadan daha bir hayli yara alabilir,
yine de dimdik ayakta kalabilir.
Sekizinci İbrahim korkmayacaktı bu kadar
bembeyaz dişleri böyle tıkırdayıp birbirine böyle vurmasalar.
Ve İzmirli Ali Onbaşı biliyordu ki:
tavşan korktuğu için kaçmaz kaçtığı için korkar.
Saat: 4
Ağzıkara-Söğütlüdere mıntıkası.
On ikinci Piyade Fırkası.
Gözler karanlıkta, uzakta.
Eller yakında, mekanizmalar Üzerinde.
Herkes yerli yerinde.
Tabur imamı, mevzideki biricik silahsız adam: ölülerin adamı,
kırık bir söğüt dalı dikerek kıbleye doğru, durdu boyun büküp
el kavuşturup sabah namazına, içi rahattır.
Cennet, ebedî bir istirahattır. Ve yenilseler de, yenseler de âdâyı,
meydânı gazadan o kendi elleriyle verecektir
Cenabı rabbülâlemîne şühedâyı.
Saat: 4.45.
Sandıklı civarı.
Köyler.
Sarkık, siyah bıyıklı süvari,
çınar dibinde, beygirinin yanında duruyordu.
Çukurova beygiri kuyruğunu karanlığa vuruyordu:
dizkapaklarında kan, kantarmasında köpük...
İkinci Süvari Fırkası'ndan Dördüncü Bölük,
atları, kılıçları ve insanlarıyla havayı kokluyor.
Geride, köylerde bir horoz öttü. Ve sarkık, siyah bıyıklı süvari
ellerinin tersiyle yüzünü örttü. Karşı dağlar ardında,
düşman elinde kalan bir başka horoz vardır:
Baltaibik, sütbeyaz bir Denizli horozu.
Düşmanlar her hal onu çoktan kesip çorbasını yapmışlardır.
Saat beşe on var.
Kırk dakka sonra şafak sökecek.
'Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak'
Tınaztepe'ye karşı Kömürtepe güneyinde.
On beşinci Piyade Fırkası'ndan iki ihtiyat zabiti ve onların genci,
uzunu, Darülmuallimin mezunu Nureddin Eşfak,
mavzer tabancasının emniyetiyle oynıyarak konuşuyor:
— Bizim İstiklâl Marşı'nda aksıyan bir taraf var,
bilmem ki, nasıl anlatsam, Akif, inanmış adam,
fakat onun, ben, inandıklarının hepsine inanmıyorum.
Meselâ, bakın 'Gelecektir sana vadettiği günler Hakkın.
'Hayır, gelecek günler için gökten âyet inmedi bize.
Onu biz, kendimiz vadettik kendimize.
Bir şarkı istiyorum zaferden sonrasına dair.
'Kim bilir belki yarın...'
Saat beşe beş var.
Dağlar aydınlanıyor.
Bir yerlerde bir şeyler yanıyor.
Gün ağardı ağaracak.
Kokusu tütmeğe başladı:
Anadolu toprağı uyanıyor.
Ve bu anda, kalbi bir şahan gibi göklere salıp
ve pırıltılar görüp ve çok uzak
çok uzak bir yerlere çağıran sesler duyarak
bir müthiş ve mukaddes macerada, ön safta, en ön sırada,
şahlanıp ölesi geliyordu insanın.
Topçu evvel mülâzimi Hasan'ın yaşı yirmi birdi.
Kumral başını gökyüzüne çevirdi, kalktı ayağa.
Baktı, yıldızları ağaran muazzam karanlığa.
Şimdi bir hamlede o kadar büyük.
Öyle şöhretli işler yapmak istiyordu ki bütün ömrünü
ve hâtırasını ve yedi buçukluk bataryasını
ağlanacak kadar küçük buluyordu.
Yüzbaşı sordu:
— Saat kaç?
— Beş.
— Yarım saat sonra demek...
98956 tüfek ve şoför Ahmet'in üç numrolu kamyonetinden
yedi buçukluk şnayderlere, on beşlik obüslere kadar,
bütün aletleriyle ve vatan uğrunda, yani, toprak ve hürriyet için
ölebilmek kabiliyetleriyle Birinci ve ikinci Ordu'lar baskına hazırdılar.
Alaca karanlıkta, bir çınar dibinde, beygirinin yanında duran sarkık,
siyah bıyıklı süvari kısa çizmeleriyle atladı atına.
Nureddin Eşfak baktı saatına:
— Beş otuz...
Ve başladı topçu ateşiyle
ve fecirle birlikte büyük taarruz...
Sonra.
Sonra, düşmanın müstahkem cepheleri düştü.
Bunlar:
Karahisar güneyinde 50
ve doğusunda 20-30 kilometredeydiler.
Sonra.
Sonra, düşman ordusu kuvâyi külliyesini ihata ettik Aslıhanlar civarında 30 Ağustosa kadar.
Sonra.
Sonra, 30 Ağustosta düşman kuvâyi külliyesi imha ve esir olundu.
Esirler arasında General Trikopis: alaturka sopa yemiş bir temiz ve sırmaları kopuk firenk uşağı...
Yaralı bir düşman ölüsüne takıldı Nureddin Eşfak'ın ayağı.
Nureddin dedi ki:
'Teselyalı Çoban Mihail,'
Nureddin dedi ki:
'Seni biz değil, buraya gönderenler öldürdü seni...'
Sonra.
Sonra, 31 Ağustos günü ordularımız İzmir'e doğru yürürken
serseri bir kurşunla vurulan Deli Erzurumluydu.
Devrildi. Kürek kemikleri altında toprağı duydu.
Baktı yukarı, baktı karşıya. Gözleri hayretle yandılar:
önünde, sırtüstü, yan yana yatan postalları
her seferkinden kocamandılar.
Ve bu postallar daha bir hayli zaman
üzerlerinden atlayıp geçen arkadaşların arkasından
seyredip güneşli gökyüzünü ihtiyar bir muhacir karısını düşündüler.
Sonra.
Sonra, sarsılıp ayrıldılar birbirlerinden ve Deli Erzurumlu ölürken
kederinden yüzlerini toprağa döndüler.
Solda, ilerdeydi Ali Onbaşı,
Kan içindeydi yüzü gözü.
Bir süvari takımı geçti yanından dörtnala.
Kaçanı kovalamıyordu yalnız ulaşmak da istiyordu bir yerlere
ve sadece kahretmiyor yaratıyordu da.
Ve kılıçların, nalların, ellerin ve gözlerin pırıltısı
ardarda çakan aydınlık bir bütündü.
Ali Onbaşı bir şimşek hızıyla düşündü ve şu türküyü duydu:
'Dörtnala gelip uzak Asya'dan Akdeniz'e
bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket bizim.
Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
ve ipek bir halıya benziyen toprak, bu cehennem, bu cennet bizim.
Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
yok edin insanın insana kulluğunu, bu davet bizim.
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
Ve bir orman gibi kardeşçesine bu hasret bizim...'
Sonra.
Sonra, 9 Eylülde İzmir’e girdik ve Kayserili bir nefer
yanan şehrin kızıltısı içinde gelip öfkeden, sevinçten,
Ümitten ağlıya ağlıya,
Güneyden Kuzeye,
Doğudan Batıya,
Türk halkıyla beraber seyretti İzmir rıhtımından Akdeniz'i.
Ve biz de burda bitirdik destanımızı.
Biliyoruz ki lâyığınca olmadı bu kitap,
Türk halkı bağışlasın bizi,
onlar ki toprakta karınca,
suda balık, havada kuş kadar çokturlar,
korkak, cesur, câhil, hakîm ve çocukturlar
ve kahreden yaratan ki onlardır,
kitabımızda yalnız onların maceraları vardır...
Kuvayi Milliye/Destan
Nazım Hikmet Ran
Kaynak: http://www.antoloji.com
İKİ OTUZDAN BEŞ OTUZA KADAR
VE
İZMİR RIHTIMINDAN AKDENİZ'E BAKAN NEFER
Saat 2.30.
Kocatepe yanık ve ihtiyar bir bayırdır,
ne ağaç, ne kuş sesi,
ne toprak kokusu vardır. Gündüz güneşin,
gece yıldızların altında kayalardır.
Ve şimdi gece olduğu için ve dünya karanlıkta daha bizim,
daha yakın, daha küçük kaldığı için ve bu vakitlerde topraktan
ve yürekten evimize, aşkımıza ve kendimize dair sesler geldiği için
kayalıklarda şayak kalpaklı nöbetçi
okşayarak gülümseyen bıyığını seyrediyordu Kocatepe'den
dünyanın en yıldızlı karanlığını.
Düşman üç saatlik yerdedir ve Hıdırlık tepesi olmasa
Afyonkarahisar şehrinin ışıklan gözükecek.
Kuzeydoğuda Güzelim dağları ve dağlarda tek tek ateşler yanıyor.
Ovada Akarçay bir pırıltı halinde ve şayak kalpaklı nöbetçinin hayalinde
şimdi yalnız suların yaptığı bir yolculuk var:
Akarçay belki bir akar su, belki bir ırmak, belki küçücük bir nehirdir
Akarçay Dereboğazı’ında değirmenlieri çevirip ve kılçıksız yılan balıklarıyla Yedişehitler kayasının gölgesine girip çıkar.
Ve kocaman çiçekten eflatun kırmızı beyaz ve sapları bir,
bir buçuk adam boyundaki haşhaşların arasından akar.
Ve Afyon önünde Altıgözler köprüsünün altından
gündoğuya dönerek ve Konya tren hattına rastlayıp
yolda Büyükçobanlar köyünü solda ve Kızılkilise'yi sağda bırakıp, gider.
Düşündü birdenbire kayalardaki adam kaynakları ve
yolları düşman elinde kalan bütün nehirleri.
Kim bilir onlar ne kadar büyük, ne kadar uzundular?
Birçoğunun adını bilmiyordu, yalnız, Yunan'dan önce
ve Seferberlik'ten evvel Selimşahlar çiftliğinde ırgatlık ederken
Manisa'da geçerdi Gediz'in sularını başı dönerek.
Dağlarda tek tek ateşler yanıyordu.
Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki şayak kalpaklı adam
nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden güzel, rahat günlere inanıyordu
ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,
birdenbire beş adım sağında onu gördü.
Paşalar onun arkasındaydılar.
O, saati sordu
Paşalar: 'Üç', dediler.
Sarışın bir kurda benziyordu
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
Yürüdü uçurumun başına kadar,
eğildi, durdu.
Bıraksalar
ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak
ve karanlıkla akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe'den Afyon ovasına atlayacaktı.
Saat 3.30.
Halimur - Ayvalı hattı üzerinde manga mevziindedir.
İzmirli Ali Onbaşı (Kendisi tornacıdır) karanlıkta göz yordamıyla
sanki onları bir daha görmeyecekmiş gibi
baktı manga efradına birer birer:
Sağda birinci nefer sarışındı, ikinci esmer.
Üçüncü kekemeydi fakat bölükte yoktu onun üstüne şarkı söyleyen. Dördüncünün yine mutlak bulamaç istiyordu canı.
Beşinci, vuracaktı amcasını vuranı tezkere alıp Urfa'ya girdiği akşam.
Altıncı, inanılmayacak kadar büyük ayaklı bir adam,
memlekette toprağını ve tek öküzünü
ihtiyar bir muhacir karısına bıraktığı için kardeşleri onu
mahkemeye verdiler ve bölükte arkadaşlarının yerine nöbete kalktığı için
ona 'Deli Erzurumlu' derdiler. Yedinci Mehmet oğlu Osman'dı.
Çanakkale'de, İnönü'nde, Sakarya'da yaralandı
ve gözünü kırpmadan daha bir hayli yara alabilir,
yine de dimdik ayakta kalabilir.
Sekizinci İbrahim korkmayacaktı bu kadar
bembeyaz dişleri böyle tıkırdayıp birbirine böyle vurmasalar.
Ve İzmirli Ali Onbaşı biliyordu ki:
tavşan korktuğu için kaçmaz kaçtığı için korkar.
Saat: 4
Ağzıkara-Söğütlüdere mıntıkası.
On ikinci Piyade Fırkası.
Gözler karanlıkta, uzakta.
Eller yakında, mekanizmalar Üzerinde.
Herkes yerli yerinde.
Tabur imamı, mevzideki biricik silahsız adam: ölülerin adamı,
kırık bir söğüt dalı dikerek kıbleye doğru, durdu boyun büküp
el kavuşturup sabah namazına, içi rahattır.
Cennet, ebedî bir istirahattır. Ve yenilseler de, yenseler de âdâyı,
meydânı gazadan o kendi elleriyle verecektir
Cenabı rabbülâlemîne şühedâyı.
Saat: 4.45.
Sandıklı civarı.
Köyler.
Sarkık, siyah bıyıklı süvari,
çınar dibinde, beygirinin yanında duruyordu.
Çukurova beygiri kuyruğunu karanlığa vuruyordu:
dizkapaklarında kan, kantarmasında köpük...
İkinci Süvari Fırkası'ndan Dördüncü Bölük,
atları, kılıçları ve insanlarıyla havayı kokluyor.
Geride, köylerde bir horoz öttü. Ve sarkık, siyah bıyıklı süvari
ellerinin tersiyle yüzünü örttü. Karşı dağlar ardında,
düşman elinde kalan bir başka horoz vardır:
Baltaibik, sütbeyaz bir Denizli horozu.
Düşmanlar her hal onu çoktan kesip çorbasını yapmışlardır.
Saat beşe on var.
Kırk dakka sonra şafak sökecek.
'Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak'
Tınaztepe'ye karşı Kömürtepe güneyinde.
On beşinci Piyade Fırkası'ndan iki ihtiyat zabiti ve onların genci,
uzunu, Darülmuallimin mezunu Nureddin Eşfak,
mavzer tabancasının emniyetiyle oynıyarak konuşuyor:
— Bizim İstiklâl Marşı'nda aksıyan bir taraf var,
bilmem ki, nasıl anlatsam, Akif, inanmış adam,
fakat onun, ben, inandıklarının hepsine inanmıyorum.
Meselâ, bakın 'Gelecektir sana vadettiği günler Hakkın.
'Hayır, gelecek günler için gökten âyet inmedi bize.
Onu biz, kendimiz vadettik kendimize.
Bir şarkı istiyorum zaferden sonrasına dair.
'Kim bilir belki yarın...'
Saat beşe beş var.
Dağlar aydınlanıyor.
Bir yerlerde bir şeyler yanıyor.
Gün ağardı ağaracak.
Kokusu tütmeğe başladı:
Anadolu toprağı uyanıyor.
Ve bu anda, kalbi bir şahan gibi göklere salıp
ve pırıltılar görüp ve çok uzak
çok uzak bir yerlere çağıran sesler duyarak
bir müthiş ve mukaddes macerada, ön safta, en ön sırada,
şahlanıp ölesi geliyordu insanın.
Topçu evvel mülâzimi Hasan'ın yaşı yirmi birdi.
Kumral başını gökyüzüne çevirdi, kalktı ayağa.
Baktı, yıldızları ağaran muazzam karanlığa.
Şimdi bir hamlede o kadar büyük.
Öyle şöhretli işler yapmak istiyordu ki bütün ömrünü
ve hâtırasını ve yedi buçukluk bataryasını
ağlanacak kadar küçük buluyordu.
Yüzbaşı sordu:
— Saat kaç?
— Beş.
— Yarım saat sonra demek...
98956 tüfek ve şoför Ahmet'in üç numrolu kamyonetinden
yedi buçukluk şnayderlere, on beşlik obüslere kadar,
bütün aletleriyle ve vatan uğrunda, yani, toprak ve hürriyet için
ölebilmek kabiliyetleriyle Birinci ve ikinci Ordu'lar baskına hazırdılar.
Alaca karanlıkta, bir çınar dibinde, beygirinin yanında duran sarkık,
siyah bıyıklı süvari kısa çizmeleriyle atladı atına.
Nureddin Eşfak baktı saatına:
— Beş otuz...
Ve başladı topçu ateşiyle
ve fecirle birlikte büyük taarruz...
Sonra.
Sonra, düşmanın müstahkem cepheleri düştü.
Bunlar:
Karahisar güneyinde 50
ve doğusunda 20-30 kilometredeydiler.
Sonra.
Sonra, düşman ordusu kuvâyi külliyesini ihata ettik Aslıhanlar civarında 30 Ağustosa kadar.
Sonra.
Sonra, 30 Ağustosta düşman kuvâyi külliyesi imha ve esir olundu.
Esirler arasında General Trikopis: alaturka sopa yemiş bir temiz ve sırmaları kopuk firenk uşağı...
Yaralı bir düşman ölüsüne takıldı Nureddin Eşfak'ın ayağı.
Nureddin dedi ki:
'Teselyalı Çoban Mihail,'
Nureddin dedi ki:
'Seni biz değil, buraya gönderenler öldürdü seni...'
Sonra.
Sonra, 31 Ağustos günü ordularımız İzmir'e doğru yürürken
serseri bir kurşunla vurulan Deli Erzurumluydu.
Devrildi. Kürek kemikleri altında toprağı duydu.
Baktı yukarı, baktı karşıya. Gözleri hayretle yandılar:
önünde, sırtüstü, yan yana yatan postalları
her seferkinden kocamandılar.
Ve bu postallar daha bir hayli zaman
üzerlerinden atlayıp geçen arkadaşların arkasından
seyredip güneşli gökyüzünü ihtiyar bir muhacir karısını düşündüler.
Sonra.
Sonra, sarsılıp ayrıldılar birbirlerinden ve Deli Erzurumlu ölürken
kederinden yüzlerini toprağa döndüler.
Solda, ilerdeydi Ali Onbaşı,
Kan içindeydi yüzü gözü.
Bir süvari takımı geçti yanından dörtnala.
Kaçanı kovalamıyordu yalnız ulaşmak da istiyordu bir yerlere
ve sadece kahretmiyor yaratıyordu da.
Ve kılıçların, nalların, ellerin ve gözlerin pırıltısı
ardarda çakan aydınlık bir bütündü.
Ali Onbaşı bir şimşek hızıyla düşündü ve şu türküyü duydu:
'Dörtnala gelip uzak Asya'dan Akdeniz'e
bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket bizim.
Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
ve ipek bir halıya benziyen toprak, bu cehennem, bu cennet bizim.
Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
yok edin insanın insana kulluğunu, bu davet bizim.
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
Ve bir orman gibi kardeşçesine bu hasret bizim...'
Sonra.
Sonra, 9 Eylülde İzmir’e girdik ve Kayserili bir nefer
yanan şehrin kızıltısı içinde gelip öfkeden, sevinçten,
Ümitten ağlıya ağlıya,
Güneyden Kuzeye,
Doğudan Batıya,
Türk halkıyla beraber seyretti İzmir rıhtımından Akdeniz'i.
Ve biz de burda bitirdik destanımızı.
Biliyoruz ki lâyığınca olmadı bu kitap,
Türk halkı bağışlasın bizi,
onlar ki toprakta karınca,
suda balık, havada kuş kadar çokturlar,
korkak, cesur, câhil, hakîm ve çocukturlar
ve kahreden yaratan ki onlardır,
kitabımızda yalnız onların maceraları vardır...
Kuvayi Milliye/Destan
Nazım Hikmet Ran
Kaynak: http://www.antoloji.com
21 Ağustos 2013 Çarşamba
17 Ağustos 2013 Cumartesi
RÜYAMDA 16 AĞUSTOS "ARAP SABUNU İLE KAYMAK"
Merdiven sahanlığı büyük ve geniş bir apartmanda buluyorum kendimi. Koridorlara açılan onlarca daire kapısı var. Ben, yanımda bulunan ve tanımadığım kişi ile yedinci kat merdivenlerinden aşağıya iniyorum. Kat boşluğunda, şimdi oturduğum binadaki kapı komşumu, bir daireden çıkarken görüyorum. Birbirimizi tanımıyoruz. Öylece geçip gidiyorum. Yerlerde öbek öbek arap sabunu birikintisi görüyorum. Belli ki, bunları apartman görevlisi bay K koymuş. Birazdan merdiven boşluklarını ve koridorları yıkayacak. Bir kaç kat daha indikten sonra, koşarak kendimi oturur vaziyette yere bırakıyor ve kaymaya başlıyorum. Ben kaydıkça önümdeki arap sabunu birikintisini önüme katıyor ve daha sonra da altıma alıyorum ve hızla kaymaya devam ediyorum. Son kata geldiğimde ellerimi de yana ve yukarı açıyor, bacaklarımı dizden büküp kalçamın altına alarak hızımı artırıyorum ve son katı da inip caddeye çıkıyorum. Ayağa kalktığımda bir elimde baston ve başımda şapka olduğunu görüyorum. Yanımdaki bana dönüp: 'Tıpkı "Benny ve Joon" daki gibi' diyor. Birlikte birşeyler içmek için biraz ilerideki kafeye doğru ilerliyoruz. Yaklaştığımızda, kafenin camından yansıyan siluetime bakıyor ve küçük dilimi yutacak gibi oluyorum. Camda yansıyan görüntümden Johnny Depp'e dönüştüğümü görüyorum. Yanımdaki kişiye bunun ben olmadığımı, benim boyumun daha uzun olduğunu söylüyor ve "ben kendi fiziki görünümümü ve kendi göz rengimi istiyorum" diyorum. Yanımdaki kişi, daha önce bu gibi durumlarla karşılaşmış ve deneyimli biri edasıyla; "gel" diyor, "gidiyoruz". "Nereye" diyorum, "kimlik değiştirme bürosuna" diyor. Büroya vardığımızda, görevli memura; "bu görünen ben değilim" diyorum ve asıl fiziki görünümümü istediğimi söylüyorum. Görevli memur: "Öncelikle terk etmek istediğiniz kimliği isteyen biri veya birilerinin bulunup bulunmadığına bakmam gerek" diyor. Gerekli araştırmayı yaptıktan sonra, bana dönüp: "Çok şanslısınız, üzerinizde olan Johnny Depp kimliği en çok istenen kimlik, bunu hemen gerçekleştirebiliriz" diyor. Ama öncelikle bu kimliği nasıl elde ettiğimi bilmesi gerektiğini söylüyor. Ben de kendisine, Benny ve Joon filminde Johnny Depp'in, hastane sahnesinde koridorda "anne" diye haykırarak hasta bakıcılarına doğru kaydığı sahnenin benzerini yaptığımı ve kendimi onun kimliği ve fiziki görünümünde bulduğumu söylüyorum. Büro görevlisi beni dinledikten sonra, şimdi de Johnny Depp kimliği ile filmdeki bir herhangi bir başka sahneyi canlandırmamı, bunun için sahnenin çekildiği stüdyoya gitmem gerektiğini söylüyor. Peki diyoruz ve Ayrılık Çesmesi durağından Avrupa'ya geçmek için vatmanlığını Başbakan'ın yaptığı marmaray'a biniyoruz. Başbakanın siyaseten Asya ve Avrupa arasında gidip gelmekten yorulduğunu ve bunu artık "marmaray vatmanlığı" ile yapacağını, vagondaki rehberden öğreniyoruz. Bulunduğumuz vagonda, düşük yapan kadınlar, kocaları tarafından şiddet gören eşler, Mısır'daki müdahalede yaralanan göstericiler, depremde evsiz kalmış yurttaşlar, gezi'de gazlanan direnişçiler, ürününü satamayıp çürüten ve borçlarını ödeyemeyen çiftçiler, 4+4+4 yüzünden okula gitmek istemeyip ağlayan çocuklar, mobbinge uğramış çalışan kadınlar, işsiz üniversiteliler, Suriyeli sığınmacılar ve kaçakçılar ile yolculuk yapıyoruz. Yolculuk boyunca bilmem kaç kez Asya ile Avrupa arasında gidip geldikten sonra Metro-Goldwyn-Mayer stüdyolarına ulaşıyoruz. Sora sora, filmde Johnny Depp'in Şarlo taklidi yaptığı o unutulmaz yemek sahnesinin çekildiği stüdyoyı buluyoruz. Ben, görünürdeki kimliğim Johnny Depp olarak, filmdeki o sahneyi yine filmdeki "Sam" karakteri ile tekrar oynuyor ve büyük bir mutlulukla gerçek kimliğime, görüntüme ve fiziğime kavuşuyorum.
6 Ağustos 2013 Salı
PAINTMENT
Şimdiye kadar yaşamış olduğun anıların üzerine, yaşanmış diğer anıları ve onların üzerine de daha başka anıları resmedersin. Gün gelir öyle bir şeyle karşılarşırsın ki, bu, seni en üstten itibaren resmettiğin anıları kazımaya iter ve şaşırtıcı olarak, o ilk fırça darbeleriyle oluşturduğun en alttaki anılar ile örtüşür, tüm imgeleriyle tekrar karşına çıkar. Eksik olan sadece renklerin ve sesin peltekliğidir.
Pink Floyd - Mother - Live, 1980
Anne bombayı atacaklar mı sence? Anne şarkıyı sevecekler mi sence? Anne toplarımı parçalamaya çalışacaklar mı sence? Anne bir duvar öreyim mi? Anne başkanlığa aday olayım mı? Anne hükümete güveneyim mi? Anne beni cepheye sürerler mi? Anne gerçekten ölüyor muyum? Sus şimdi bebeğim, bebeğim ağlama. Annen senin tüm kabuslarını. Gerçeğe dönüştürecek. Annen kendi korkularının tümünü sana aşılayacak. Annen seni burada koruyacak. Kanatlarının altında. Uçmana izin vermeyecek ama şarkı söylemene belki. Annen her zaman bebeğini rahat ve sıcak tutacak. Aaaah bebeğim aaaaah bebeğim aaaaah bebeğim. Tabii ki, annen duvarı örmeye yardım edecek. Anne, o bana göre bir kız mı sence? Anne o benim için tehlikeli mi sence? Anne o paramparça edecek mi senin küçük oğlunu. Aaaah anne o kıracak mı kalbimi? Sus şimdi bebeğim, bebeğim ağlama. Annen tüm kız arkadaşlarını senin için denetleyecek. Annen pis birinin hayatına sızmasına izin vermeyecek. Annen uyanık bekleyecek dönüşünü. Annen her zaman öğrenecek, nerede olduğunu. Annen her zaman seni sağlıklı ve temiz tutacak. Aaaaah bebeğim, aaaaaah bebeğim, aaaaah bebeğim. Sen her zaman benim bebeğim olarak kalacaksın. Anne, bu kadar yüksek olması gerekli miydi duvarın?
SÜREÇ
Yargılaması, kanunla yürülükten kaldırılan ÖYM tarafından yapılan, aleni ve adil olmayan bir şekilde yürütüldüğü de hukukçular tarafından dile getirilen bu mahkemenin vermiş olduğu, kamu vicdanını yaralayan mahkumiyet kararları; içeride Yargıtay ve Anayasa Mahkemesi Bireysel Başvuru, dışarıda ise Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından hukuksuz bulunmaya adaydır.
2 Ağustos 2013 Cuma
İZLENECEK YOL
Resmi ağızlardan olmaması insanı daha da düşündürmeli bence. Geçenlerde Devlet Televizyonunda "hamilelerin sokağa çıkması terbiyesizliktir, estetik değildir" diyen Tasavvuf düşünürünün, bu sözleri, RTÜK tarafından özgür düşünce açıklaması olarak görülmüş ki, bu da tüm düşüncelerin açıklanmasına aynı şekilde özgürlük tanınmasına olanak verirse; RTÜK'ün yanlı düşünceleri koruma ve kollama vazifesinde olmadığının kanıtı olacaktır. Tasavvuf düşünürünün bu düşüncesinde yalnız olmadığı, toplumun en az yarısının onun gibi düşündüğünden de hiçbir kuşkum yok. Televizyon kanalı yaptığı program için, (konuşmasında olası olarak böyle sözler sarf edecek) bu kişiyi davet edip konuştururken, bir cümle sonra ne söyleyecdeğini elbette bilemez. Kendisi yönlendirmiyorsa eğer. Fakat söylenen bu söz, onbinlerce hamile kadınımızı ve kadınlarımızı, onların eşlerini ve toplumun büyük bir kısmını rendice edecek seviyedeyken, sunucunun " Allah razı olsun" demesi" asıl üzerinde durulması gereken noktadır. Bundan emninim ki, toplumun farklı kesimlerinde, çarşıda, pazarda, kahvede, trende, otobüste, vapurda ve hatta aile arasında konu üzerine geçen tartışmalarda, bu söze destek verenler olmuştur. Bir aile toplantısında, yakınlarınızdan biri ile ters düşmüş de olabilirsiniz. Bu toplumumuzun ne kadar çağdaşlaştığı ve aydınlandığı oranında bize fikir vermektedir. O günlerde sokaklarda görmediğim kadar hamile kadın gördüm, tepki olsun diye gerek eşlerinin ellerini tutarak yanyana ve gerekse yalnız, mağrur ve onurlu olarak sokağa çıkmışlardı. Bu da hoşuma gitti. Toplumlar her zaman çağın gerektirdiği yerde bulunmayabilirler. Bunun çeşitli sebepleri vardır. En önemlisi eğitim politikalarıdır. Eğitimsiz toplumlar kendilerini geliştiremez ve çağı yakalayamazlar. Kurtuluş Savaşından sonra elimizde okuma yazma oranı %10 olan, (bu %10'un içine sadece kuran-ı kerimi okuyabilenler dahildir) savaştan kırılmış, köylü ve toprağa bağlı bir toplum vardı. Mustafa Kemal Atatürk, devrimlerini o zaman ki halka sorarak yapmaya kalksaydı bugün bu devrimlerin hiçbiri olmazdı. Harf devrimini, kılık kıyafet devrimini, eğitim devrimini, medeni kanunu, saltanat ve hilafetin kaldırılmasını hepsini, hepsini halk oyuyla değil akıl mantık ve çağdaşlık gereği yapmıştır. Bunların içinde bazı çevreler tarafından dile getirilen islama ters olan şeyler de vardı. Tarih boyunca devrimlere karşı olan azımsanmayacak bir kesim hep vardı. İlk meciste de vardı. Mustafa Kemal'i mebus seçtirmemek için önerge bile verdiler. Bu önergede "bir yerde en az 5 yıldan fazla oturmayanlar mebus seçilemezler" maddesi vardı. Ömrü cepheden cepheye gitmekle geçmiş olan bir asker bu maddeye nasıl uyabilirdi? Bunların arasında Atatürk'ün yakın silah arkadaşları da bulunuyordu. Mustafa Kemal, İzmir'e kadar Mustafa Kemal'di onlar için. Asker olarak diyecekleri bir şey yoktu, dehaydı. Fakat, Kurtuluş Savaşından sonra yaptıklarını hiçbir zaman benimsememişlerdi. Çok partili hayata geçtiğimiz dönemin ilk ve sonraki seçimlerinde Demokrat partinin aldığı oy oranı halkımızın devrimlerine ne kadar bağlı! olduklarını göstermektedir. O tarihten sonra sağa yatan bir Türkiye'de yaşamaktayız. O zamandan bu zamana sağ partilerin toplam oy oranı % 70 civarındadır, hatta bazen bunu da aşmaktadır. Şimdi soruyorum: Merkez sağ partiler nerede? Senelerce onlara oy veren merkez sağ seçmen nerede? 70'li yıllarda tavan yapan %41 'lik oyu hariç, sosyal demokratların oyları (daha da artması gerek) azalsa da aşağı yukarı aynı seviyede kalmıştır. O yüzden ben; resmi ağızdan olmamasını daha çok önemsemekle birlikte Tasavvuf düşünürünün sözüne de pek şaşırmıyorum. Bir yerlerde okumuştum, bu zatın düşüncelerini "hamilelikte cinsel birleşme gördüğü" tarzında yorumlayan ki, (doğrudur, tıbbi uygulamalar hariç hamilelik bir cinsel birleşme sonucunda olmaktadır) ancak "eğer bebek tüp bebekse o zaman ne düşüneceksin" diye sorması bence, aymazlıktan öte cahilliktir. Hamilelerin sokağa çıkmasına karşı olan zihniyet, tüp bebeğe nasıl bakıyordur acaba? Bunun gibi ve buna benzer sözler gün geçmiyor ki duyulmasın. Örneğin: Bir yerlerde söylenen, "Müzik, eğer kadın sesi değilse ve ilahi ise dinlenebilir" gibi. Bu görüşe göre, resim, minyatür ya da ebru tarzında olmalı. Heykel hiç olmamalı. Tiyatro, gölge oyunu ile ortaoyunundan ibaret olmalı (Ferhan Şensoy affetsin, orta oyununu onun gibi yapmak çağdaşlıktır). Bu sözler olacaktır. Bunları söyleyen kişiler de... Toplum ancak bu gibi düşünceleri ve sözleri aştığı zaman çağdaşlık seviyesine ulaşacaktır. Bugünün çağdaşlığı batıdır. Batıdan başka izlenecek çağdaşlık yolu yoktur.
22 Temmuz 2013 Pazartesi
TUR' UN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ
Tour de France 2013, dün koşulan Versailles-Paris Champ-Elysées arasındaki 133,5 km.lik etapla tamamlandı. Tour tarihinde ilk kez bisikletçiler Paris'e akşam üzeri girdiler ve doyulmaz günbatımı eşliğinde, gidip göremeyenlere, görüp te özleyenlere karış karış Paris'i gezdirerek hem spor hem tarih ve doğa güzelliği sundular hepimize. Bu yıl Korsika adasında başlayan Tour'u baştan itibaren izlemek, yaz bugünlerinde denizi* bir saat erken terk etmeme neden olsa bile bir kazançtı. Başka sporlara benzemeyen bisiklet, her türlü dayanışmanın, sportmenliğin, ahlakın, özverinin, yardımlaşmanın doruklara çıktığı bir spor olduğu gibi, ihanetin, fırsatçılığın, açgözlülüğün de görülebildiği ender sporlardan biri.
İlgilenen kimseler daha fazla bilgiyi http://www.letour.fr/le-tour/2013/us/ adresinden bulabilirler.
Benim burada bahsetmek istediğim şey Fransızların bu işi bilmeyişleri ve ülkelerini yeteri kadar verimli kullanmamaları olduğunu gördüğümdür. Massif Central bölgesinde kilometrekarelerce ve gözün görebildiği kadar uzaklığa kadar alan yemyeşildi. Başka bir renk görmek mümkün değildi. Arada bir kellik olsun, hes olsun, taşocağı olsun yoktu. Orman, orman, orman görmekten yeşile bakmaktan bıkıyor insan. Sahiller el değmemiş gibi, halka açık. İnsan oraya beşyıldızlı bir otel yapmaz mı, hem de etrafını çevirerek. Ekili, ekili, ekili alanlar. Bağlar, hububat tarlaları, hayvan üretme çiftlikleri. Olur mu canım. Oralara Fabrikalar yapılsın ki, dereler, akarsular kirlensin. İnsanlar üzümü, buğdayı ne yapacak? Hayvancılık yapacaksın da ne olacak? Parayı verir alırsın angusları. Sonra Paris... Adamlar rant nasıl elde edilir bilmiyorlar. Concorde Meydanı' nın ortasına bir AVM dikmeyi, yanına da otel yapmayı becerememişler. Tarihi binalarını müze ve eğitim kurumları olarak kullanıyorlar. Parkları geniş ve büyük. Meydanlar insanlara açık. Ortasında havuz yok. Ayak basacak o kadar çok yer var ki... Öyle öbek, öbek çiçek ekip parkı ve meydaları sekize, ona yirmiye bölmemişler. Korsika adasına, bir ucundan diğer ucuna demiryolu hattı yapmışlar. Yol üzerindeki şehirler ve kasabalar; gayetle düzenli bir mimari bütünlük içinde, yüz, ikiyüz yıl önceki özelliklerini koruyarak bugüne gelmiş, tarih kokuyor. Bitmemiş ve çatısında demir filizleri olan yarım yamalak, sıvasız boyasız bir tane bile binası olmayan şehir olur mu?
Yarış sonrası podyumu kullanmasını da bilmiyorlar. Kazanan ve dereceye giren sporcular ve podyum kızları ile o dalda duayen olmuş sporculardan başka kimse yoktu podyumda. Siyasi rant elde etmeyi de bilmiyorlar. Podyuma; Devlet Başkanı, Başbakanı, Bakanı, Belediye Başkanı çıkıp ta bir konuşma bile yapmadı yahu! Sporculara ödüllerini kazanan mayo ile aynı renk elbiseler giyen podyum kızları verdi. Kızlar her iki yanağından da öptüler bisikletçileri. Bir kupa ve bir çiçek verdiler. Olur mu canım, ne ayıp. Bu çocuklar 85 saat kıçlarını ezdiler selenin üzerinde, günde 8-10 bin kalori harcadılar, acı çektiler, yağmurda, rüzgarda dağ tırmandılar; öyle hediyeler vereceksin ki, onları tutmaya elleri yetmeyecek, podyuma, yerlere koyacaklar. Sonra ödüllerin podyum kızları tarafından verilmesi de neymiş? Sonra bu sporcular, podyum kızlarıyla tanışıp, arkdaşlık yapıyor ve maazallah evleniyorlar? (George Hincapie). Sonra, Fransızlar tv'den Tour yayını da yapmasını bilmiyorlar. Tour'u, hayatında hiç tur izlememiş bir futbol spikerine anlattıracaklarına, bisikletten anlayan ve bisikleti bilen anlatıcılara anlattırıyorlar. Aslında şöyle, "ağlamak istiyorum" diyen bir spikere anlattırsalardı da, ekranları başında saç baş yolsaydı Fransızlar. Yapamıyorlar işte fazla saygılılar! Eurosport Türkiye bu işi, senelerdir en iyi yapan ve tur'u izleyen herkese bisikleti sevdirecek denli donanımlı, dersini iyi çalışmış, akıcı konuşan Caner Eler ile yapıyor. Onu ve kendisine yardımcı olan herkesi her yıl olduğu gibi tebrik etmek gerekir.
Yarışlarda Chris Froome'un performansı ve özellikle de Monh Ventoux'da yaptığı atak ile pedala uyguladığı güç ve kadans çok konuşuldu ve konuşulacak. Bugün için iyi yönden bakmak ve Sky'ın uyguladığı bilimsel çalışma ve taktiklerin bir sonucu olduğunu söylemekten başka yol yok. Diğerlerinden uzaydan gelmiş kadar farklıydı Froome. Bu gibi olayların aslı yıllar sonra ortaya çıkıyor. Dopingle adatan sporcular her branşta olduğu gibi bisiklette de var ve azınsanmayacak kadar çoğunlukta idi geçmişte. En tazesi Armstrong olayı. Doksanlı yılların sonu ve ikibinli yılların başı olmak üzere 7 Tour şampiyonluğu elinden alındı ve Armstrong ömür boyu spordan men edildi. Hiç yokmuş sayıldı.
Sporda doping, yarışma arkadaşının olası bir şampiyonluğunu, birinciliğini, onun kazanacağı onuru, şöhreti, parayı ve ileride yapacağı sponsorluk ve reklam anlaşmalarını ve yaşamını elinden almak demek olduğuna göre; Doping yapanların sadece şampiyonluklarını elinden almak ve onları ömür boyu da olsa spordan men etmek yeterli ve adil bir ceza mıdır? Dopingle elde ettiği ve başkasının olabilecek tüm maddi manevi kazanınmlarının elinden alınması ve doping yaptığı günün bir gün önceki haliyle buırakılması daha adil değil midir?
Bizdeki doping olayı daha da vahim. Test sonuçlarınnın verilen numuneler üzerinden pozitif çıkma yüzdesi 0,5-2 arasında ise, ciddi bir doping skandalı var demek olduğu halde; Ülkemizde bu oran yüzde 30' lara erişmiş durumda dır. Daha da vahimi doping yapmak yıldız sporcular seviyesine yani 14-15 yaşlarına kadar inmiştir. Avrupa ve Akdeniz oyunları şampiyonlarına 500 altın ödül veren yönetmelik var oldukça bundan nemalanmak isteyen çıkar amaçlı çevreler de olacaktır. Çocuklar daha fazla zehirlenmelerini engellemek ve otuzlu yaşlarda kalp krizindan ölmelerinin önüne geçmek için çok ciddi bir spor politikası izlemek, sporu, liyakatlı ve yönetici sporculara bırakmak ve sıkı doping kontrolu uygulamak gerektiğini bir kez daha hatırlayalım. Zira, doping yapan dopingi kontrol edenden bir adın ileridedir. Ço dikkat etmek gerek.
*Büyük, geniş, tuzlu su kütlesi.
9 Temmuz 2013 Salı
PARK DIŞARI, GEZİ İÇERİ Bundan böyle şehir içindeki yeşil alanlarımızı belirtmek için “park” sözcüğü yerine “gezi” sözcüğünü kullanalım. Gezi'nin anlamlarından biri de; gezilen , gezinti, yapılan yer demek değil midir? Gezi parkı derken düştüğümüz bir yanlıştan da kurtuluruz böylece. Orası gezi parkı değil, “Taksim/İnönü Gezisidir”. Tanımlamasında park sözcüğü yoktur. Gezi sözcüğü zaten park anlamında kullanılmıştır. Kısaca ”Gezi Parkı” derken, “Park Parkı” gibi bir yanlışa düşüyoruz.
6 Temmuz 2013 Cumartesi
NEO-KORTEKS
Sevgilini aldatırsın, arkadaşını aldatırsın, kardeşini aldatırsın, anneni-babanı aldatırsın, kocanı aldatırsın, patronunu aldatırsın, çalışanını aldatırsın, vatandaşını aldatırsın, seçmenlerini aldatırsın, birlikte yarıştığın sporcuları aldatırsın, sporcunu aldatırsın, seyirciyi aldatırsın, okuyucunu aldatırsın, komşularını aldatırsın, devletini aldatırsın, vergi dairesini aldatırsın, müşterilerini aldatırsın, hastalarını aldatırsın, doktorunu aldatırsın, kedini aldatırsın, köpeğini aldatırsın, trafik polisini aldatırsın, sürücüyü aldatırsın, öğretmenini aldatırsın, halkını aldatırsın, buluşma sözü verdiğin kişiyi aldatırsın, imamı aldatırsın, cemaati aldatırsın, borsayı aldatırsın, kapısında beklediğin kulübün üyelerini aldatırsın, kulübünü aldatırsın, dünyayı aldatırsın, ayı, yıldızları, göğü, galaksiyi, evreni… Fırsatını bulduğunda ve koşullar uygun olduğunda herkesi aldatırsın. Sen diğerlerine göre neo-korteks tabakası büyük olan bir türsün!
DENİZE DÜŞEN GÜNLÜKLER !
Tarih yazıyla başlar. Yazı öncesinde tarihten söz edilemez. Bu devirler ilkel ve karanlık devirlerdir. Tarih belirtilmeden yazılan yazılar da ilkel ve karanlık dönem gibi sağlıklı bilgi vermezler. Bu yazılar, denize dökülmüş bir avuç tuz gibidir, kaybolur gider, hakkında yorum bile yapılmaz. Zaten doğal olarak yoruma kapalıdırlar. Tıpkı kendi kendine yayın yapan radyo sinyali gibi monolog içerir bu yazılar. Bu gibi yazılar, yazarıyla büyük bir uyum içerisinde olup, “körler sağırlar yazarını ağırlar”.
TERS ORANTI
Dik duran başakda tane kaybı vardır, verimsizdir. Eğilen baş'da kişilik kaybı vardır, onursuzdur.
24 Kasım 2011 11:41
18 Haziran 2013 Salı
BAŞLIKSIZ !
TARANTA - BABU'YA SEKİZİNCİ MEKTUP
Mussolini çok konuşuyor TARANTA - BABU!
Tek başına
yapayalnız
karanlıklara
bırakılmış bir çocuk gibi
bağıra bağıra
kendi sesiyle uyanarak,
korkuyla tutuşup
korkuyla yanarak
durup dinlenmeden konuşuyor.
Mussolini çok konuşuyor TARANTA - BABU
çok korktuğu için
çok konuşuyor!.
Nazım Hikmet (Taranta - Babu'ya Mektuplar)
17 Haziran 2013 Pazartesi
RÜYAMDA 17 HAZİRAN
Neresi olduğunu bilmediğim bir ofisteyim. Masanın bir tarafında çalışma hayatına ilk başladığım yıllardaki amirim olan kişi oturuyor. Karşı tarafında ise ben. Masam dağıtılmış. O yıllarda henüz kullanılmadığı ve olmadığı halde masamın üzerindeki bilgisayarımdan şikayet ediyorum. Kullandığım bilgisayarımın ekranının cep telefonu kadar küçültülmüş ve de gözden çok uzağa konmuş olduğunu söylüyor ve "ben bununla çalışamam, dışarısı ile iletişim kuramam" diyorum. Benim önceki bilgisayarımı geri verin diye öfkeyle bağırıyorum ve bağırırken masanın üzerinde ne varsa rastgele sağa sola atıyorum. Bunlardan biri karşımda oturan amirim olan kişiye isabet ediyor, bir diğeri ise masamın üzerine konuşlandırılan ve cep telefonu kadar olan bilgisayarın ekranına isabet edip, onu parçalıyor. Masanın karşısında oturan amirim olan kişi adımla hitaben "..... artık çık git buradan" diyor. Ben de çıkmak üzere özel eşyalarımı toparlarken kendi kendime; zamanlama hiç de iyi değil, bu ortamda ve şu günlerde çalışmam gerek, işsiz kalmamalıyım" diyorum. Fakat bunun bir rüya olduğunu, rüya içinde rüya görürken uyandığımda anlıyor ve rahatlıyorum. "Zaten şu an çalışmıyorum, durumda bir değişiklik olmayacak" diyorum ve oradan çıkyorum. Kendimi çevre yolunda otomobilim trafik polisi tarafından çevrilirken buluyorum. Otomobili kenara çekiyorum ve polisin yanında duruyorum. Bana evraklarımı soruyor. Arka cebimden eğilerek, öne doğru kaykılarak ve anladığım boyum için hiç de elverişli olmayacak kadar küçük bir araç içinde zorlukla cüzdanımı çıkarıyorum ve polise uzatırken ben de araçdan iniyorum. İnerken sağ tarafta oturduğumu ve o taraftan indiğimi fark ediyorum. Polis beni büyücek bir panonun önüne götürüyor. Pano üzerinde bölüm, bölüm resimli afiş ve yazılar var. Eliyle işaret ediyor ve bana bir kaç tane resimli afiş gösterdikten sonra, dayanamayıp kendisine soruyorum: "Bu pankartların ve afişlerin hepsini mi arabama takıp trafiğe cıkacağım, diyorum. O da bana: "Yanlış anladınız beyefendi" diyor. "Size gösterdiğim şu bölümlerdeki bütün trafik kurallarını ihlal etmişsiniz" diye yanıt veriyor ve "bütün bunların karşılığı olarak sizi trafikten men ediyor, arabanızı bağlıyor ve sizi de aynı zamanda gözaltına alıyorum" diye ekliyor. Ben de diyorum ki; "o halde, siz önce yoldan geçen bütün araçları kaldırıp buraya koyun, ondan sonra benim aracımı"... Bütün bu olanları arabadan izleyen eşim öfkeyle araçtan çıkıp trafik polislerinin üzerine yürüyerek, haksızlıklarına karşı direniyor. Benim soğukkanlı ve sakin olduğumu görünce, bana dönerek: "Sen direnmeyi bilmiyorsun, çok pasif davranıyorsun, bu şekilde hakkını koruyamazsın" diyor. Ben de kendisine; "taşkınlık yapmaya hiç gerek yok, sözsel ve eylemsel olarak suç teşkil eden bir fiilde bulunursun. Onların da istediği bu. Şu durumda bizi tutuklama hakları yok, ellerine koz vermeyelim" diyorum. Arabayı bırakıyorum ve elime polisin gösterdiği pankartları da alarak trafiğe karışıyorum.
14 Haziran 2013 Cuma
'Y' KUŞAĞI
Bu kuşağa, "Y" kuşağı diyorlarmış. Batı toplumları son yüz yıl baz alındığında kuşakları doğum tarihlerine göre adlandırmışlar. Sessiz Kuşak (1922-1945), Baby-Boom (Bebek patlaması) Kuşağı (1946-1964), X Kuşağı (1965-1980), Y Kuşağı (1981-2000), Z Kuşağı (2001-2020) arası doğumlular. Ağ toplumu kuşağı da denebilir. Liderleri yokmuş, herkes lider, hiçbiri lider değil. Kendinden önceki kuşaklar "digital göçmen" kuşak olarak adlandırılıyor. Kendileri, "digital yerli". Çünkü kendinden önceki kuşaklar digital imkanları kullanmaya tepkilidir, mahalle baskısıyla kullanmaya adeta göç ettirilmektedir. Bilgisayar, cep telefonu, internet ortamı, ATM' leri kullanmaya baskıyla koşullandırılıyor. Oysa kendileri digital ortamda doğan bu çocuklar bu ruhu teneffüs etmişler.
Yukarıdaki satırları okuduğum bir bilim teknik dergisinden (özetle) alıntıladım. Benim ekleyeceğim şey:
Bu çocukların hepsi Francis Picabia'yı okumuşlar. Dadaizmi biliyorlar. Biraz dadaist, biraz sürrealist çocuklar. Nereden mi anladım? Hemen şimdiciliğinden, şimdiyi yaşadığından, mizahından, umutsuzluğa düşmüş olduklarından..vs..vs...Bu çocuklar şimdiye kadar yapılmayanı yaptılar bu ülkede ve dünyada. Bunlar bir başka. Bu direniş mizahlı direniş adıyla da anılmalıdır. Mizahlarıyla savaşacak bir silah henüz icat edilmediğinden, onlara, kazanmış gözüyle bakabiliriz.
Francis Picabia:
Dünü istemiyor,
Yarını istemiyor,
Büyük adamlar istemiyor,
Yalnızca bugüne inanaıyor,
Herkes için özgürlük istiyor,
Yalnızca yaşama inanıyor,
Yalnızca sonsuz harekete inanıyor.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)