Geçen hafta salı gecesi yola çıktık, karayolundan otomobille, iki aileydik yani iki çift. Gece yarısından sonra bozkır yolculuğumuz başladı. Tuz Gölü'nün kenarından geçtiğimizde hava henüz aydınlanmamıştı. Gün ağarırken Aksaray yakınlarındaydık, tanyerini,
tüm heybetiyle karşımıza çıkan ve kilometrelerce görüş alanımızdan gitmeyen,
zirvesi ve yamaçları karlı muhteşem Hasandağı ile karşıladık. Bozkırın
ortasında o kadar güzel bir görünüşü vardı ki, yola çıkmamız üzerinden 6 saat
geçmesine rağmen bir anda tüm yorgunluğumuzu unutturdu bize. Koni şeklinde göğe
doğru uzanan karlı zirvesi ve geniş tabanıyla da bozkıra oturmuş hali ile 'ben
buraların bekçisiyim' der gibi duruyordu....
Yolda geçen süreyi de tatilden saydığım için karayolu ile yolculuğu çok seviyorum. Ulukışla'dan itibaren yeni yapılan otobana girdik. Artık Toros'lardaydık. Toros'ların görüntüsü de muhteşem. Dağlar birbirinin üzerinden sıralanmış zirve yarışı yapar gibiler. Herbiri elvan elvan vadilerle bezenmişler. Renk renk yeşillerini giymiş uslu uslu oturan dağ kıvrımlarının yanında, soyunmuş ve tüm çıplaklığıyla onlara kur yapar gibi sanki kollarına alacak bir sevgili bekleyen yüksek zirveler yol boyunca bize eşlik etti.
Yolda geçen süreyi de tatilden saydığım için karayolu ile yolculuğu çok seviyorum. Ulukışla'dan itibaren yeni yapılan otobana girdik. Artık Toros'lardaydık. Toros'ların görüntüsü de muhteşem. Dağlar birbirinin üzerinden sıralanmış zirve yarışı yapar gibiler. Herbiri elvan elvan vadilerle bezenmişler. Renk renk yeşillerini giymiş uslu uslu oturan dağ kıvrımlarının yanında, soyunmuş ve tüm çıplaklığıyla onlara kur yapar gibi sanki kollarına alacak bir sevgili bekleyen yüksek zirveler yol boyunca bize eşlik etti.
Yollar yol arkadaşımız olmuştu. Pozantı'ya kadar şimdiye
kadar geçmediğim sayıda tünnellerden geçtik arka arkaya. Biri bitiyor biri
başlıyordu. Tünnellerin adı 'kırkgeçit tünelleri' idi. Herbirine, birden başlayarak
numara vermişler...kırkgeçit 1, ........2, .....3, gibi yedi tane
kırkgeçit tüneli ve sonuncusu ve sekizincisi Çakıt tüneli. Toros'ların
yükseltilerini bu tünellerle aştıktan sonra, henüz otoban yapılmadan önce tek geçit olan asıl o meşhur "Gülek"
boğazını da geçip artık Çukurova'ya doğru alçalarak süzülmeye
başladık. Toros'lar Çukurova'ya iki yerden geçit verirler. Biri Gülek
boğazı ki, doğudan geçit verir Tarsus'a bağlar. Diğeri daha batıdan
Karaman üzerinden gelen yolun aştığı ve batı tarafına Silifke'ye bağlanan ve
daHa sert geçişi olan "Sertavul" geçididir..
Güneşin doğuşunun üzerinden bir kaç saat geçmişti.
Çukurova'ya inmeden Pozantı yakınlarında kahvaltı molası verdik, daha önce
de uğrak yaptığımız ve beğendiğimiz bir yerdi. "gezdiğin yerleri
anlat, yediğin içtiğin senin olsun" derler, ama ben yine de anlatmadan
geçemeyeceğim affınıza sığınarak...Yöre köylülerinin yaptığı peynirlerden, bizim
yediğimiz zeytinlere benzemeyen yine o yöre zeytinlerinden, doğal çiçek
ballarından, taze tereyağından, kaymaktan, lezzetine doyulmaz domateslerden,
biberlerden ve köy ekmeğinden oluşan atom gibi bir kahvaltıydı. Sunulanlar arasında en
çok beğendiğim 'deri peyniri' dedikleri peynirdi. Tam olarak tulum peyniri
gibi de değil, eski kaşara benzeyip de eski kaşar gibi de değil, acılığı olmayan
şahane bir peynirdi. İstanbul'da bulunmayan ve de rastlamadığım türden bir
peynirdi.
Yolculuğumu anlattığım arkadaşımın da
dediğin gibi, 'Gidilen yerde her zaman yenileni değil de o yörenin lezzetlerini
tatmak' çok kültürlülüğü yaşamanın bir parçası olsa gerek...
Belen, dağların
yamaçlarında ve yüksetilerinde kurulmuş, İskenderun'a ve Hatay'a geçit veren
adını da bu geçitten alan kasaba...Onlara yukarıdan bakan fakat burnu havada olmayan
bir yerleşim yeri. Etrafını sayısız vadilerin çevirdiği bir zirve
kasabası. 20 yıl öncesine göre dağınık bir yerleşim olsa da yine de güzel bir
yer. Belen, tepelerine kurulmuş rüzgar santralleri ile de dikkati çeken bir yer.
Yenilenebilir enerji kaynağı üreten santrallerin görüntüsü bana eski yel
değirmenlerini hatırlatıyor her zaman. Belen'in güney tarafına geçtiğimizde
aşağıda kilometrelerce düz Amik ovası çarpıyor gözümüze. Renk renk
ayrılmış, tabaka tabaka yanyana dizilmiş yırtma yapıştırma resim gibi
duruyor...
Hatay'a yaklaştıkça yolculuğun bitiyor olması
bende, hedeflediğimiz yere varmış olmanın huzuru ve mutluluğu olarak bir
etki yapacakken, tersine varılacak yere yaklaştıkça onca saattir yolda geçen
süreye ve yorgunluğa rağmen tarifsiz ve karşı konulmaz bir burukluğu da beraberinde getirdi.
Keyifli bir yolculuğun bıraktığı etki bu olsa gerek.
Kesinlikle,
bitmesini istemeyeceğin aşk gibi bu doğayla, yolla yaşadığın aşkın bitmesini
istememek....
Karşı cinsle şimdiye kadar aşk yaşamadığını söyleyen arkadaşıma, hiç böyle bir duygu dahi yaşamadın mı, diye sordum.
O da bana dedi ki: 'Ben her yolculuğumun, her sona eriş evresinde yaşadım, bazen çocuklarıma dönerken vicdan yaptım, çocuklarımdan ayrılırken yine aynı duyguyu yaşadım'.
"Gidilen yer değil gitmek önemli demişti" gençlik yıllarımda izlediğim ve şimdi adını hatırlamadığım bir filmde Alain Delon. Şimdiye kadar hiç aşık olmamış arkadaşımı anlatmış bana, bu sözü söylerken. Yani 'sevilen şey önemli değil, sevmek önemli.'
Aşkın sadece karşı cinse duyulan bir duygu olmadığı, doğada ve düşüncede var olan her şeye aşık olunabileceği tezini anlıyorum ve böyle birşeyin olabileceğine inanıyorum, fakat aşkın tanımı için yine de eksik buluyorum.
Öğle üzeri Hatay'a (Antakya) vardık. Bir yorgunluk kahvesi içtikten sonra dinlenmeye çekildik...Saat 17:00 gibi tekrar ayağa dikildik. Hatay'ın en güzel yöresel yemeklerinin sunulduğu Anadolu restoranda yiyeceğimiz akşam yemeğine kadar Ortodoks ve Katolik kiliselerini gezdik, daha sonra Antakya'da yaşayan bir grup arkadaşla yenilen içkili akşam yemeğinden sonra ilk günümüzü tamamladık.
İlk günün yorgunluğunu güzel bir uyku ile üzerimizden attıktan sonra, ertesi günün programına başladık. Öğleden sonraya kadar şehir içinde eski Antakya sokaklarını ve evlerini gezdik. İki insannın yanyana yürüyebileceği kadar dar sokaklar üzerinde konuşlanmış ve duvarla çevrili evlerin kapısından girince bambaşka bir dünya ile karşılaşıyor insan. Büyük bir avlu ve avluya bakan sıra sıra odalar. Hatay evlerini en büyük özelliği sekili olmaları. Sekiler, eğer bahçede yemek istemezsen çok da güzel kahve içme, yemek yeme yerleri. Bahçeye göre üstü kapalı olduğu için otantik bir hava kazandırıyor eve. Bahçenin etrafını bir 'u' şeklinde saran evin bir ucundan dışa açılan merdivenle üst kata çıkılıyor. Burada da içinde ocağı olan sıra sıra odaları görmek mümkün. Diğer taraftan başka üslupla yapılmış bir başka evde dışarıdan caddenin üzerinden dik bir merdivenle çıkılan ve evin içinde üstü açık sahanlıkla karşılaşmak mümkün. Bir nev'i ev içi bahçe diyebileceğiimz bu evlerin yaşam bölümü daha içerilerde ve fakat mutfak bu bahçeye açılır şekilde planlanmış.Yani insan evindeyken aynı zamanda dışarıda olabiliyor.
Gezinin ikinci gününün öğleden sonrasına ve üçüncü gününe daha sonra devam etmek üzere, yazıma bugünlük burada son veriyorum.
O da bana dedi ki: 'Ben her yolculuğumun, her sona eriş evresinde yaşadım, bazen çocuklarıma dönerken vicdan yaptım, çocuklarımdan ayrılırken yine aynı duyguyu yaşadım'.
"Gidilen yer değil gitmek önemli demişti" gençlik yıllarımda izlediğim ve şimdi adını hatırlamadığım bir filmde Alain Delon. Şimdiye kadar hiç aşık olmamış arkadaşımı anlatmış bana, bu sözü söylerken. Yani 'sevilen şey önemli değil, sevmek önemli.'
Aşkın sadece karşı cinse duyulan bir duygu olmadığı, doğada ve düşüncede var olan her şeye aşık olunabileceği tezini anlıyorum ve böyle birşeyin olabileceğine inanıyorum, fakat aşkın tanımı için yine de eksik buluyorum.
Öğle üzeri Hatay'a (Antakya) vardık. Bir yorgunluk kahvesi içtikten sonra dinlenmeye çekildik...Saat 17:00 gibi tekrar ayağa dikildik. Hatay'ın en güzel yöresel yemeklerinin sunulduğu Anadolu restoranda yiyeceğimiz akşam yemeğine kadar Ortodoks ve Katolik kiliselerini gezdik, daha sonra Antakya'da yaşayan bir grup arkadaşla yenilen içkili akşam yemeğinden sonra ilk günümüzü tamamladık.
İlk günün yorgunluğunu güzel bir uyku ile üzerimizden attıktan sonra, ertesi günün programına başladık. Öğleden sonraya kadar şehir içinde eski Antakya sokaklarını ve evlerini gezdik. İki insannın yanyana yürüyebileceği kadar dar sokaklar üzerinde konuşlanmış ve duvarla çevrili evlerin kapısından girince bambaşka bir dünya ile karşılaşıyor insan. Büyük bir avlu ve avluya bakan sıra sıra odalar. Hatay evlerini en büyük özelliği sekili olmaları. Sekiler, eğer bahçede yemek istemezsen çok da güzel kahve içme, yemek yeme yerleri. Bahçeye göre üstü kapalı olduğu için otantik bir hava kazandırıyor eve. Bahçenin etrafını bir 'u' şeklinde saran evin bir ucundan dışa açılan merdivenle üst kata çıkılıyor. Burada da içinde ocağı olan sıra sıra odaları görmek mümkün. Diğer taraftan başka üslupla yapılmış bir başka evde dışarıdan caddenin üzerinden dik bir merdivenle çıkılan ve evin içinde üstü açık sahanlıkla karşılaşmak mümkün. Bir nev'i ev içi bahçe diyebileceğiimz bu evlerin yaşam bölümü daha içerilerde ve fakat mutfak bu bahçeye açılır şekilde planlanmış.Yani insan evindeyken aynı zamanda dışarıda olabiliyor.
Gezinin ikinci gününün öğleden sonrasına ve üçüncü gününe daha sonra devam etmek üzere, yazıma bugünlük burada son veriyorum.
6 yorum:
ne kadar güzel tanımlamışsın.. bir aşığın sevgilisini tasvir edişi gibi olmuş..
ne güzel bir seyahat, imrendim.
bir de gerçekten çok güzel canlandırmışsın kelimelerinde, adeta gittim geldim
böyle bir tatile ihtiyacım var.
Teşekkür ederim DY. Bu tasvirleri, bana bu yazıyı yazmamda katkıları olan arkadaşıma borçluyum.
Nini;
Teşekkür ederim, buradan seni de gitmiş gelmiş yapacak kadar güzel canlandırmış olmak büyük mutluluk bana.
hily;
ne duruyorsun, durma çık hadi!...
Yorum Gönder