24 Eylül 2014 Çarşamba

YİNE-Lİ-YORUM III



Sürekli batıya gidersek, arkamızda kalan her yer doğu olur.
Doğuya giden otobüse binip, batıya gitmeyi düşlemek; aşağı inen asansöre binip, yukarı çıkmayı beklemeye benzer.

"Baraşılı" da "başarılı" bir yanlış yazımdır..

Bir zamanlar Cüneyt Arkın'ın bir film için verdiği çekimlerden iki film çıkarıldığını ve sanatçının bundan habersiz olduğunu okumuştum.

Eleştiriye her zaman açık olmak gerek. Yapılan bir yanlış, eleştiri ile düzeltilebilir. Bunda gocunacak bir şey yoktur. Hiç birimiz tam anlamıyla yazar değiliz. Kaldı ki, düzeltmenimiz de yok. Eleştiriyi yapan kişi, yeter ki, karşısındakini rencide etmesin ve saygınlığını yitirmesin. Kişi, yanlışını düzelttikten sonra karşılığında teşekkür etmese de olur...

 Bach'ı dinledikten sonra, (klâsik müzik dışındaki) diğerleri 'süt vermeyen meme' gibi geliyor...

İnsanoğlu yirminci yüzyılın başından son dönemlerine kadar, gerek ritm, gerek tarz ve gerekse yorum olarak her on yılda bir yakaladığını '90'lardan itibaren artık yakalayamaz olmuş, bunu müzikte de görmek mümkün. Hala Pink Floyd'da, Led Zeppelin'de, İron Maden'da, Jethro Tull'da, Fikret Kızılok'da buluyoruz kendimizi. Popüler olanı hiç söz etmiyorum bile. Her devirde birbirinin tekrarı, sabun köpüğü işler onlar.

Beynin özgürleşmesinden, onun kafatasından çıkıp gitmek olduğunu anlayanlar; boş kafataslarınızı saksı yapın.

Tanışma evresinde duyguların öne çıktığı anlarda es geçilen bazı davranışlar, aynı çatı altında yaşamaya başlayınca çekilmez olabiliyorsa; kişilerin yapması gereken, sevgi ve aşk duygusunun sürekli doruk noktada olmayacağı uzun zaman dilimi içerisinde katlanamayacağı bu davranışları bilerek bir kez daha düşünmeleridir.


Foto: Brassai (Untitled 1933)

23 Eylül 2014 Salı

YİNE-Lİ-YORUM II

 The Birth of Day - Joan Miro

Kalemin kağıt üzerinde bale yapar gibi harfleri işleyişini, eski plaklardan gelen o cızırtılı sesi zaman zaman özlüyor ve duymak istiyorum. Onlara dokunmanın verdiği haz da bambaşka tabii. Gittikçe bunlardan uzaklaşıyoruz. Bir zaman sonra( daha değil ama) antika olacaklar.

Kişileri tanımamıza yardımcı olan yayınladığı postlar değil, yorumlarıdır. Bazı postlarım kısa "bir kelime bile etmeden" derdini anlatan türden olabiliyor bazen ama yorumlarımı yazarken çoğunlukla bu cimriliği göstermiyorum. Bazen yorumlarım bir post kadar uzun olabiliyor. Yeteri ve gereği kadar ve hatta daha fazlasını yazıyorum. Yazdığım yorumlarda da amacım yazıyı eleştirmek değil yazıdaki olay örgüsü içinde bulunan kişi ve olayları yorumlamak. Kısaca; "çok güzel olmuş, eline sağlık, çok beğendim, ne kadar da güzel yazmışsın" şeklinde yorum yapmıyorum. Çünkü, yazının edebi değeri beni ilgilendirmiyor. Beni ilgilendiren,  yazıdaki kurgu ve olay bağlantıları oluyor genellikle.

 Bir yandan ortak tutkuların ortaya çıkması sevindirirken diğer yandan kayıpları üzüyor insanı. Popüler olmayan bir sanatçıyı sevmek, paydası çok geniş bir alan olmadığından aynı noktada buluşmak ilgiyi artırıyor.

- " Bazen 'aşk' kavramına mı tutkunuz diye düşünüyorum. O kavramın bize hissettirdiklerinin yansımasını aradığımızdan mı acı çekiliyor? O  yüzden mi 'aşk affeder?' insanın çoğalma dürtüsünün ötesinde olduğunu farz ettiğimiz bu duygular nedir aslında? diye sordu."
 - Ben de: Sorularına kendi görüşümle yanıt vermem gerekirse, dedim ve "Aşk yaşamadan, yaşanmayacağına inanıyorum. Yaşanamayan aşkın da daha çok acı verdiği kanaatindeyim. Aşk yaşanırken değil, yaşayamazken acı verir. Yaşanamayıp acı çekmektense, yaşanması gerektiğine inanırım. Bittiği zaman da gitmesini bilmeli insan, bunu yasa dönüştürmemeliyiz. Aşk tutku ve ideallerin en yükseğidir. Aşk kendinin daima ilerisindedir. O varsa hiçbir şey ondan daha değerli derğildir. O'nun üzerine birşey konulamayacağına göre, gerisi için söylenecek fazlaca söz yoktur. Bunun için aşk tüm günahları affeder. İnsan ya hayatında bir kez ve son kez o tek sarılmalık boşluğu dolduracak göğüs bulur ya da bulamazsa bulmak için her zaman o boşluğu dolduracak anı bekler. Bunun çoğalmakla bir ilgisi olduğunu sanmıyorum, dedim.


Resim: Joan Miro (The Birth of Day)

19 Eylül 2014 Cuma

YİNE-Lİ-YORUM I


 
Bekle ve budala ol, korkma ve utanma. Beklediğin yerde terk et. O yer, senin beklediğin yer değil terk ettiğin yer olsun. Terk edilmek, bekletilmenin verdiği acıdan daha çok acı verir. Böylece acı çeken sen olmazsın

Gelmeden pisleyenler olduğu gibi, pisleyip gidenler de oluyor hayatta. İkisini de görmemenizi dilerim.

Güzel bir film izlemenin, güzel bir insanı tanımanın, güzel bir kitap okumanın, güzel anılar biriktirmenin ve bütün bunların hakkında fikir sahibi olmanın kıvancını taşımak gerek.

Dozu aşıran anne-babalar, yan etkiden en çok etkilenen ise çocuklar. Aşırı doz her zaman sakıncalıdır. Evliliğin üretim tarihi belli ise de, son kullanım tarihi kişilerin dozuna göre değişiyor. "Sürdürülebilir evlilikten" yana bir insan olarak, "tahammül edilemez" hale getirmemek düşüncesindeyim. Yan etkiden kurtulmanın en pratik çözümünün paylaşmaktan geçtiğine inanıyorum. Anlaşabilmek kadar ve hatta ondan daha fazla belki paylaşmak önemli. Bireysellikten kurtulmak, erişilemez hedefler koymamak, küçük hedefler koyarak erişmek sonra başka bir hedef koymak, evlilik ve yaşam yolunda bebek adımları ile yürümek, tuğla tuğla inşa etmek, ne istediğini bilerek ona göre davranmak, isteklerinin gerçekleşmesi için evlilik bir engelse yapmamak...vs. vs. Tüm olumsuzlukları çocukların ulaşamayacağı yere koymak gerek, şeker sanıp yemesinler, acı ilacı:))

Her toplum aynı anda ilerlemiyor. Halkanın ilerisinde olanlar da var, gerisinde olanlar da. Hâlâ yabanıl dönemden kalma alışkanlıklarımızı taşıyoruz. (hep söylerim, yine söyledim:)) Örneğin, D 100 Karayolundan bir resim Hindistan ya da Pakistan'da çekilseydi, görece olarak düzenli bir trafik görüntüsü verirdi. Neden derseniz: "Hiç olmazsa karayolunda fil, inek ve öküz arabası yok." derdik. Bir Hindistanlı da, eğer kendi trafiğinden şikayetçi ise böyle bir resmi hayal ediyordur, kimbilir. Bize gelince; bir kaç fırın ekmek yememiz gerek... Daha ilerilere gitmek için buna mecburuz...

"Mutluluk diye bir şey yoktur, mutlu olmayı istemek vardır" dedi.
"Evrende ve düşüncede olmayan bir şeyi nasıl istersin?" dedim.
dedi ki...
" 'nasıl istersin'  kısmını ancak görsel olarak gösterebilirim ama istersin. Hiç olmadı mı?" dedi.
ben de dedim ki:
"Nasıl istediğinin video kaydını gönderebilirsin". dedim.
 (hala bekliyorum)

Doğru karar: Bugün, sizin çok daha iyi konumda olmanızı sağlayacağınızı düşündüğünüz halde, geçmişte 'hayır' dediğiniz ve üzerinden yıllar geçse bile kişilik ve yaşam tarzınıza göre 'yine hayır' diyeceğim demek suretiyle almış olduğunuz  karardır.

14 Eylül 2014 Pazar

RÜYAMDA 14 EYLÜL

 
 Çocukluğumun geçtiği, bahçesinde çeşitli meyve ağaçlarının bulunduğu, dalından meyve yediğimiz o çok sevdiğim tek katlı lojman evinde buluyorum kendimi. Günün hangi saati olduğunu tam olarak hatırlamadığım bir anında kapının zili çalıyor. Açıyorum. Karşımda, üzerinde giysileri olmayan kadın bir hristiyan rahibe duruyor. İçeri buyur ediyorum. Beraberinde getirdiği ile içeri giriyor. Elindekini holün ortallık yerine koyuyor ve kapı girişindeki iskemleye oturuyor. Baktığımda yanında getirdiğinin çifte mezar olduğunu görüyorum. Mezarlardan birinin üst toprağının kabarıklığından gömülü olduğunu anlıyorum, diğeri ise boş ve henüz kazılmamış. Aile mezarlığı olsun gibilerinden ileriye dönük olarak alınmış gibi. Aynı esnada, kendimi evin bir başka odasında buluyorum. Burada elimde tornavida ile, o güne göre yirmi yıl sonra yaz aylarında kullanacağımız deniz kenarındaki evde bulunan ranzanın vidalarını sıkıştırıyorum. Bir süre sonra işim bittiğinde elimdeki tornavida ile hole geçiyor, rahibenin de gitmiş olduğunu görüyorum.

11 Eylül 2014 Perşembe

KUM SAATİ

 

Yazma ortalamasının çok düştüğü aylardan sonra, tatil ertesi yeniden yazılarla buluşmak ve yeniden yorum yazma fırsatı elde etmek çok güzel.

Bir fotoğraf makinası olsa; sadece karşısında duranları değil de, hayalindeki yüzü de algılasa.

Aklın için duyularından vaz geçebilir misin? Yanıtın evet ise, gerçekten büyük bir sorunla karşı karşıyasın demektir. Hayır ise, seni çok da fazla rahatsız etmediği gerçeğini anlayacak, aslında olması gereken kadar var olduğu bilincine varacaksın.

Hayattan korkmanın olağan bir duygu olduğu sonucuna vardım. Çünkü hayat korkulacak denli acımasız. Biri bana ana rahminden çıkmadan önce; şu zaman sonra büyük bir deprem yaşayacaksın binlerce insan ölecek deseydi, bana; Biri daha çocuk, biri genç yaşta ihtilâller, muhtıralar göreceksin, askeri oligarşi üzerinizden bir buldozer gibi geçecek, erken dönemde en sevdiğin arkadaşını kaybedeceksin deseydi, bana; şu yaşında babanı, şu yaşında anneni, şu yaşında ağabeyini kaybedeceksin deseydi, bana; en olgun yaşında biri yeni evli, diğeri yine çok sevdiğin iki arkadaşını kaybedeceksin deseydi, hayattan korkardım. Belki de anne rahmine, daha güvenli yere dönmek isterdim. Ana rahminde bana; çok güzel bir çocukluğun olacak, dünyanın en güzel şehrinde yaşayacaksın, okuduğun okulların en başarılı öğrencisi olacaksın, yakışıklılığınla kızlar tarafından beğenileceksin, daha lisedeyken çok güzel bir kız seveceksin, onunla evleneceksin, üniversiteyi bitirmende büyük katkısı olacak, birlikte askerlik yapcaksınız, güzel bir kızınız olacak, mutlu bir şekilde yaşayacaksın deselerdi, hemen ana rahminden özgürlüğe, kurtuluşa geçmeyi seçerdim. İnsan hayattan korkmakta haklıdır. Hayat korkulacak kadar acı ve acımasızdır. Ama yaşamak başka bir şeydir. Tüm insani etkinliklerimizi varoluşumuza karşılık bulma çabasıyla geliştirir ve yaşama tutunuruz.

İnsanın arzuları her zaman ikinci plandadır. Birinci planda var olma sorunu vardır. Arzu, insanın var oluşunu sürdürmek için ölümden kaçış çabasıdır. Herşey ölüme karşı geliştirilmiş savunma çarkıdır. Bu da canlı olma duygusunu ayakta tutar.

Evet ölüm korkutucu ama ölüme karşı yaşamayı seçiyoruz. Ana rahmindeyken doğduktan bir süre sonra öleceğimizi söyleseler bile, ölene kadar yaşamayı seçerdik.

Aşk insanda gerçekliğe karşı direnen bir bellek yaratır. Bu bellek senden ve ondan başkasına yer vermemek üzere kurgulanmıştır. Gerçeklik, düşsel olanı yendiği zaman, işte o "en güzel" aldanmanın bittiği andır. 

Dönüp arkana baktığında mutlulukla ve özlemle de ansan, acı ve nefretle de ansan, yaşanırken verdiği haz hiç yaşamamanın yasından daha iyidir. Bir çok şeye değer aşk...


7 Eylül 2014 Pazar

CANLI YAYIN I

 












Çeşme'den hareket eden otobüse Manisa'dan binmek üzere İstanbul'a gidecek olan ve "bayan yanı"(!) bilet alan (ya da alınan) türbanlı kadının koltuğu gerçekte erkek yanı olursa ve otobüs işletmesi yöneticileri ile kadının yakınları arasında çıkan uzun tartışmalardan sonra, kadının yakınları (ki bunlar erkekler) türbanlı kadının erkek yanında seyahat etmesi konusunda fikir birliğine varıp anlaştıktan sonra, yol hazırlığını önceden yapmamış ve Türkiye'nin iki büyük otobüs işletmeciliği markasına sahip otobüs yakıt almak için benzin istasyonunda durduğunda, anlaşmadan memnun olmayan diğer yakınlar otobüsü takip edip istasyonda tartışmayı sürdürüyorsa ve kadın hiçbir şey olmamış gibi otobüs daha Akhisar'a gelmeden, kapalı ayakkabılarını bantlı ayakkabı ile değiştiriyor ve türbanını da çıkarıp seyahate başı açık olarak devam ediyorsa ve bütün bu olup bitenleri karım ve ben hayretle izliyor ve aklımıza o ünlü fıkra gelip acı acı  gülüyorsak bu bir rüya değildir.

BANTTAN YAYIN IV



Kendini, rüyadayken gördüğün rüyanın video kaydını izlerken buluyorsan bu bir rüyadır.

Bir oyunda kazandıkça kaybettiğini görüyorsan bu bir rüyadır.

Yamalı bohça gibi demokrasisi olan bir ülkede yaşayıp, yamalı bohçayı andıran rüyalar görüyorsanız ve bu rüyalardan birinde yakınınızdan biri size bir "peçvörk" hediye ediyorsa bu bir rüyadır.

Dini eğitimin temel olduğu bir ülkede küçük kızın bir elinde National Geographic dergisi, bir elinde Sızıntı varsa ve küçük kız NG.'den öğrenmemesi gereken bir şey öğrenmişse annesi de küçük kızına, bizim küçükken anne-babamızın: "Hem dondurma, hem mısır olmaz" dediği gibi, "Hem NG. hem S. olmaz" diyorsa bu bir rüyadır.