28 Kasım 2014 Cuma

ANKARA'NIN EN GÜZEL YANI:?

 
Ankara'yı en son gördüğümde toz bulutu içindeydi. Doğu Akdeniz'den dönüyorduk. Bozkırın ortasına geldiğimizde uzun zamandır görmediğim bir fırtınanın ortasındaydık. Batıdan doğuya esen rüzgar önüne ne kattıysa alıp getiriyor, büyük çalı yumakları yolun bir tarafından diğer tarafına geçiyordu. Arada bir arabaya vuranlar da oluyordu. Böylesini western filmlerindeki çöl fırtınası sahnelerinde görmüştüm sadece. Uzun zaman önceydi. Aslında o geziden dönüşte kızım için Ankara'ya Ata'nın Anıt Mezarına da uğrayacaktık. Bunu hepimiz çok istiyorduk. Fakat o hava koşullarında çok zaman kaybettiğimizden ve şehir tozdan topraktan görünmediğinden yolumuza devam etmeye karar vermiştik. Gün boyunca o anı bekleyenler olarak çok üzülmüştük. Kızım çok istediğinden olacak, yol boyunca neden Anıtkabir'e gidemediğimizi sorgulamaktan yorulmuş, uyuyakalmıştı. Ankara'ya gitmiş sayılmazdık. Fakat yine de Yahya Kemal'in; "Ankara'nın en güzel yanı İstanbul'a avdet etmektir" sözünü anımsadım. Aslında Ankara'nın keçisi, kedisi, armutu güzeldir. Dönerken insan, bunları özlerdi. Yahya Kemal Ankaralı bir kızı sevseydi, acaba yine de böyle mi düşünürdü diye sordum kendi kendime."Bak" dedim, "Eğer Ankaralı bir kızı sevmiş olsaydı bu sözü söylemezdi büyük şair." Yahya Kemal deyince, toplumsal bir şair olmamasına rağmen sözcükleri kullanmadaki ustalığını ve şiirlerindeki müzikal havayı beğenirdi babam ve onunla iligili şu çarpıcı bilgiyi vermişti yıllar önce: "Çok pasaklı biridir" derdi. "Çok iğrenç yemek yer, o gün taktığı kravattan ne yediğini anlayabilmek mümkündür" derdi. Çocuktuk o zaman, ben de nasıl yemek yenmeli diye sormuştum, öyle ya! Koskoca şair kötü bir yemek yiyici idi. Aldığım yanıt hâlâ kulaklarımdadır: "Evlâdım" dedi, "Kuralları insanlar koyar, yemek yeme konusunda hiçbir şey bilmiyorsan karşındaki insanı tiksindirmeden yemek en önemli yol göstericin olsun". O zamanlar dahi Anadolu'da ve İstanbul'da hala yer sofraları kuruluyor, ortadan yeniyordu. Bazı evlerde bireysel tabak denen şey yoktu. Genellikle her çeşit yemek için kaşık kullanıldığına tanık olmuşumdur. İki yıl öncesine kadar yöneticilik yaptığım işyerinde, kırsal kesimden göç etmiş bir aileden, İstanbul'da yetişmiş, üniversite bitirmiş stajyer olan evli  bir genç adam vardı. Aralarında kadın da olan bir kaç kişi birlikte yemek yiyorduk çoğunlukla. Genç adamın her yemeği kaşıkla yediğine, ağzını şapırdattığına tanık olmuştum. Kadınların rahatsız olduğunu gören ben, özenle, sanki onun da dikkatini çekecek kadar görmesini isteyerek yiyordum yemeğimi. Birlikte yemek yiye yiye, zamanla onun da yemeğine göre çatalı, bıçağı kullandığını, yerken ses çıkartmadığını ve büyük bir incelikle yemeğini yediğini gördüm. Anlattığım yakın devirde bile bireysel tabak yoktu amma! bakın yüz yıl önce Tevfik Fikret ne demişti. Yanılmıyorsam "Küçük Aile" şiiri idi. Yeni doğmuş bebek aileye katılınca:
    "Ev yeni bir misafire tahammül edemezdi.
     Bir fazla tabak sofrayı bir dağ gibi ezdi."
Bu da, Tevfik Fikret'in yaşadığı çağdan ne kadar ileride ve modern dünyaya ait olduğunun bir kanıtı idi. Yoktu, çünkü o devirde sofraya her birey için tabak konmazdı. Galatasaray Lisesinde Müdürlük yaptığı dönemde odasında bulunan tıraş takımları ve günlük kişisel bakım araçları "zenne eşyası bunlar, zenne eşyası!" diye küçümsenmiş ve kendisine iftira atıldığı da olmuştur.
Ankara'ya gelmek için yeni bir fırsat yaratmak istiyorum. Çok uzun zamandan beri görmedim. Belki çok şaşıracağım. Bir iki eski dostu da görmek fena olmaz hem. Belki yeni dostlar da edinirim, bana: "Ankara'nın en güzel yanı İstanbul'a dönmek" dedirtmeyecek.
 

27 Kasım 2014 Perşembe

TERAPİ

http://www.hippopress.com/imgcache/17d21d9d5f11d800b468026891420b18.jpg
Yağmurdan nefret ettiğinizde, güzel bir şey okuyun ve kahvenizi yudumlarken yağmuru dinleyin. Ancak bu eylemin kalıcı ve başarılı olması suya yazı yazmamaya bağlıdır.

24 Kasım 2014 Pazartesi

KAÇACAK YERİ YOK


Diziler hakkında şimdiye kadar yazmadım. Ne de olsa sadece belgesel:) Yalnızca, bir dizi'den iki fotoğraf karesi kullanmıştım "Repression" adlı yazımda. Kanal D doğrudan doğruya izleyicileriyle oyun oynuyor. Aslında oyun ve eğlence programlarını bir kenara bıraksa ve bu tavrını devam ettirse hiç de kötü olmaz. Hem izleyiciler, her hafta acaba bu dizi nasıl diye ekran karşısına geçer hem de diğer yarışma ve eğlence programları için bütçe ayırmasına gerek kalmaz. Kanal'ın ceo'suna benden öneri(!). Diyeceğim güzelim dizileri izleyicisinden habersiz yayından kaldırması yetmiyormuş gibi, onları öksüz ve yetim kalan çocuklar gibi ortada bırakmış olmasından ötürü ne bir açıklama ne de bir özür geldi bugüne kadar. Pat, efendim neymiş dizi reytinglerde üçüncü-beşinci olmuş. Kanal D zaten tüm izleyenler ve tüm saatler arasında en çok izlenen kanal. Bunun kanal'ın kendisi grafiklerle açıklamıştı. Hal böyle olunda ekrana koyduğu dizinin üçüncü ya da beşinci olması ne gam olmalı diye sorası geliyor insannın. Günde 18-20 dizinin yayınlandığı tv kanallarında, yayındaki bir dizinin birinci ol(ama)ma olasılığı ortada iken bu açıklama inandırıcı gelmiyor. Saçma sapan diziler yayında kalırken kaliteli yapımların reytinge kurban gitmelerine üzülüyor insan ve "bu dizileri kimler seyrediyor" diye sormaktan da kendini alıkoyamıyor. Zaten en çok izlenen bir kanal, o gün ve o saatte dizisinin beşinci sırada olmasıyla amacına ulaşmış sayılmaz mı? O gün ve o saat, maç günü ve maç saati olmasına, yayında spor programları bulunmasına rağmen üçüncü- beşinci olması da başarıyken bu kaygı neden.
Yayından kaldırılan dizilerden biri "Benim adım Gültepe" idi. İzmir'in yoksul ve dış mahalllerinden birinde yaşayan ve her birinin ayrı ayrı hikayesi olan bizden birilerinin anlatıldığı dizi. Oyuncu seçiminden oyunculuğa kadar, hikayesine kadar bizden olan bir diziydi. Çocukların hikayesi bile başlı başına bir dizi olabilecek sağlamlıkta bir çalışmaydı. Yazık oldu. Günlerce bir başka kanal satın alsa da bitmese dedim ama nafile.
Urfalıyam ezelden .ötünü kurtardı. O da bizim küçük insanlarımızın dizisi. Kız kaçırma yüzünden çıkan kan davası yüzünden Urfa'dan İstanbul'a göçen, sıra gecelerine çıkan müziysen bir aile üzerinden İMÇ ve müzik dünyası anlatılıyordu. Hem her ne kadar kan davası ile göç etmiş bir aile olsa da maço görünümlerinin altında yatan duygu ve insanlık gibi barışçıl yaklaşımlara bugün de ihtiyacımız var diye düşünüyorum. Dizi de kullanılan türküler de işin bir başka güzel tarafı idi. Dizi yine reyting kurbanı oldu bir haftalık ayrılıktan sonra diziyi satın alan bir başka kanalda yayınlanmaya başladı. Satın alan kanal'a buradan teşekkür ederim. Bir de sormak istediğim, reyting nasıl bir şeydir, kim belirler, kimlerin evindedir, bu sorumluluk kimin üzerindedir? Hiç bilmem aklım ermez.
Gelelim Kanal D'nin bundan sonra yaptığına. Yayından kaldırdığı dizilerden sonra ağzı öyle bir yanmış olmalı ki, Pazar günü ilk bölümünü yayınladığı yeni dizisini de kurban etmek istemediğinden işi şansa bırakmamış, yaptığı reklamlar, galalar vs. ile izleyiciyi ekran başına çekmeye çalışmış. Başarıp başaramadığını yine kendince yaptığı araştırmalar gösterecek. İlk günü bunu başarmış olsa da bakalım sonraki günlerde bu ilgiyi ve arzu ettiği, hedeflediği reytingi(!) tutturacak mı? Bana sorarsanız işi zor. Ama hiç belli olmaz. Diziyi çok iddialı bir şekilde ortaya koydu. Her şey güzel olsa da hikaye ve senaryo havada kalmış gibi görünüyor. Hikaye öncelikle uyarlama. Uyarlarken yuvarlanıp gitmiş gibi... Başta anne, Balat'ta büyümüş, sonra kocasının isteğiyle kendine göre zorunlu olarak Ayvalık'a göç etmiş, 25 yıldır da orada yaşıyor, çift-çubukla uğraşıyor. Koca'ya bakıyoruz, pısırık, elinden bir iş gelmez gibi, süklüm püklüm gösterilmiş bir adam. İlk bölümün ilk dakikalarında kaynpederiyle çata- çat kavga edip adamcağızın kalp sektesinden oracıkda ölmesine sebep olan bu cevval kadın, nasıl oldu da bunca yıl pısırık kocanın isteğiyle oralarda kaldı anlaşılmıyor. Bu cevval kadın yine aynı şirretliğiyle kocasının ölümüne de birinci dereceden sebep olacaktır. Bir kadın iki saatte (dizinin ilk bölümü içerisinde) hem kayınpederinin ve hem de kocasının ölümüne sebep olacak kadar fevri ve cevval fakat hiç sesi çıkmadan ve 25 yıl Ayvalık'ta kalıyor? Bu kadın okulu terk etmiş eğitime liseden sırt çevirmiş, aynı anda üç kıza birden işmar eden, elinden bir kaçanla bir uçan kurtulan, serseri ruhlu, hayta ve ileride suç makinası olacak potansiyeldeki oğluna: "sen ileride büyük adam olacaksın, herkes senin önünde el-pençe duracak" derken, herhalde onun ileride (dizinin başlangıç sekansına göre 5 yıl sonra) mafya babası olmasını öğütlüyor olamazdı (!). Bu nasıl bir anne figürüdür?
Dönüşlerinde de hiç İstanbul görmemiş gibi, sudan çıkmış balık oluyorlar ve hiç bilmedikleri "Altın işne" paralarını yatırıyor bu çiftçi aile. Her şey kurgu, her şey yapay bir "ben yazdım oldu" senaryosu.
Zeki-Metin'in "Köyden indim Şehire" komedi tarzı hicivlemesi bundan daha ciddiydi(!).
Küçük oğlan, okumuş hukuk bitirmiş, bir hukuk bürosunda staj görüyor, icra dosyaları hafif geliyor, bu zeki (!) stajyer çocuğa. Alacak davalarına bakan hukukçusuyu küçümseyen fakat babasının "kör gözüm kör parmağıma" intihara gidişini anlamayan ve arkasından bakacak kadar da çok zeki(!) biri aynı zamanda bu hukuk mezunu çocuk.
Daha çok yazılacak şey var ama bir hatırlatma, Turgut Özal'ın: "Ben zenginleri severim" demesi gibi, bizler de zenginleri severiz. Herkesin özeline meraklıyızdır. Bu dizilerde anlatılanları izlemek, kişilerin özel hayatlarını izlemek gibi geliyor bana. Çünkü çok kişiseller. Toplumsal hiçbir yanı yok. Sosyal yanı zayıf. Gerçek hayatta popüler ünlülerin özel hayatlarını merak ettiğimiz gibi merak ederiz dizideki özel hayatları da. Dizide şimdilik zengin yok ama sınıf atlamak isteyen karakterler var. Bu da ilgiyi ayakta tutar nasıl olsa. Nasıl mafya babası olunacağını da göreceğiz. Şimdiden küçük bir çetesi oldu bile büyik oğulun. Onlara nasıl sınıf atlatıldığını ve nasıl zengin olduklarını öğreneceğiz. Kendimizden olanları sevemedik bir türlü. Ecevit'in bile mavi gömleği, sümerbank ayakkabısı ile alay ettik. "Adam kendini kurtaramamış, bizi mi kurtaracak" dedik. Kaşanelerde oturan, saray yaptıranları sevdik. Nasıl olsa seyirci bunlara kafayı takmaz. Başını yediği dizilere bakılırsa "Şeref Meselesi" nin kaçacak yeri yok.


Not: İvedi yazdım, yazım hatalarından dolayı özür dilerim.

23 Kasım 2014 Pazar

DAMLA DAMLA DÜŞÜYORSUN İÇİME

 
Ne zaman seni düşünsem
Bir kedi sıçrar balkona,
Yavrularını büyürken görürüm.
Her gün onlara
Kağıttan yumak yaparım.
Bir parça yağmur bulutu
Akmasın diye üzerlerine,
Yan yatırdım toprak kübü.
İçindeler şimdi.
Seni düşünürken,
Nerede yalnız bir kedi görsem,
Elimin değdiği yere mama bırakıyorum
Yesinler diye.
Çiçekler daha çabuk büyüdü
Seni düşününce,
Prag'da gotik bir katedral geliyor gözümün önüne.
Meydana bakan cafede bira içiyorsun.
Seni alıp bana getiriyor,
Kuzeyden esen soğuk rüzgarlar
Yağmur olup gökyüzünden
Damla damla düşüyorsun içime.

21 Kasım 2014 Cuma

AÇIK MEME GİREMEZ !


 36. Dyo Resim Yarışması'nın Cemal Reşit Rey Kongre Merkezinde, sergilenme hakkı kazandığı halde "Çilek Seven Kadın" eserinin sergiye dahil edil(meme)si üzerine, ressamı Metin Çelik, resimdeki kadının bir meme'si açık olduğu için sergiden çıkarıldığını söyledi. Sanatçı, Facebook hesabından yaptığı açıklamada: "Salona meme girmesi yasak!" dedi. Sanatçının açıklamasını çok abartılı bulduğumu söyleyebilirim. Haksızlık etmiş, o kadar da değil. Salona "açık meme" girmesi yasak diyebilirdi. Öbür türlü gerçekten de cinsiyet ayrımcılığı yapılıyor ve kaç-göç uygulanıyor anlamı doğuruyor oluyordu!:)

16 Kasım 2014 Pazar

BİR ŞEYLER YAZMAK İSTEDİM

 
Sonraki blog, sonraki blog gezerken, sayfalarını yoruma kapatan bloglar görüyorum. Ben onları "kendi kendine yayın yapan radyo istasyonları" olarak adlandırıyorum. Yazdıkları ya yorum yapılamayacak kadar önemsiz ve değersiz şeyler ya da mükemmeller. Yoruma kapalı blogların, değersiz ve yorum yapmaya değmeyecek kadar önemsiz olmalarını, o yazılara (bunlar şiir de olabilir düz yazı da) yorum yapmak için harcanacak zamana yazık olmaması bakımından isabetli buluyorum. Eğer eksiksiz ve bir filozof bilgeliğiyle yazılmış iseler, bu blog sahiplerinin toplumun önünde ve onların huzurunda olmaları gerekir diye düşünüyorum. Yani "yerin bu yer değildir" gibi. Acaba yorum ve eleştiriler can sıkıcı olur diye mi böyle yapılıyor onu da anlamış değilim. Yazdıklarıyla yüzleşmekten kaçıyorlar diyebilir miyiz? Yoksa salt yazmak mı amaçları? Kendini tatmin. Bazı anneler gibi, kızına düğün yapmayı, kızından daha çok ister, çevresi için, kendi için...Bu bir suçlama değildir. Anlamaya çalışıyorum. Tüm bunların yanıtlarını yine yoruma kapalı blog yazarları vereceklerdir. Umarım içlerinden biri okumuş olsun. Sayfam yoruma açık. Belki de eleştirel anlamda fazlaca dikkat çekecek bir konu da değildir, ben büyütüyorumdur. Maksat konu olsun.

Çocukluktan ve hatta doğuştan arkadaşım eski dostumun üniversiteyi bitirmiş kızı, bir buçuk yıl kadar önce annesinin yakın arkadaşının önerisi ve yardımıyla bir vakıf üniversitesinin sekreteryasında göreve başlamıştı. İşe girmesinde yardımcı olan kadın; "geleceğini bu işe dayalı kurmasan bile, kısa zamanda sekreteryanın şu kademesine kadar yükselir, oradan ayrılırsan bir "titr" kazanır ve kariyerin için sana faydası olur" demiş. Fakat bu söz başka türlü anlaşılmış yani "ben seni şu kademeye getiririm" demişmiş. Gün gelip, o kademeye başka biri atanınca çıngar çıkmış. Anne, kızının işe girmesine öncülük eden ve kurumun hukuk müşaviri olan  kadın arkadaşına çıkışmakla kalmamış, devreleri atmış, aralarında arbede çıkmış. Gerekçe: "Sen verdiğin sözü tutmadın."
Konu benim de bulunduğum ortamda konuşulurken dedim ki: Birincisi, yetişkin kişilerin iş, aşk, yaşam ve evlilik gibi kurumlarının içine anne-baba bu kadar girmez. Kişiler de ebeveynelerini bu kadar işin içine sokmaz. Gider kendi konuşur, eğer ortada verilmiş bir söz varsa bile bunun neden böyle olduğunu sorar, anlamaya çalışır, hala orada kalmasına gerek yoksa yolunu çizer. İkincisi: "Acaba, vaad edilen mevki ve verilmiş söz karşılığında  kız, bir başka ve o an için daha iyi bir işi geri çevirmiş mi?" diye sordum. Hayır dediler. Öyleyse, bunu iş hayatının bir gereği gibi görecek, bundan sonraki çalışma hayatını verilen sözlere göre değil, kendi çabaları ile şekillendirecek.
Bugün kafamı meşgul eden önemsiz konular bunlardı. Bu soğuk, çisentili, kapalı ve karanlık havada anne-kız Çağan Irmak filmine gidince, evde kalmayı tercih eden ben bir şeyler yazmak istedim.


Not: Mısır Pramitlerini TOKİ yapmış.

6 Kasım 2014 Perşembe

DÖNÜŞ VAKTİ !


Sık kullanılan her şey zamanla bıkkınlık verir. Twitter'dan bıkanlar için Blogger'a dönüş vakti gelmiştir. Serçeniz kargaya dönmeden gelin, kapımız açık.

HANGİSİ DAHA CESUR ?


Fotoğraf: Bettina Rheims, 2009 Paris.

 
Tablo: Edouard Manet, 1863 Paris.

2 Kasım 2014 Pazar

EMRULLAH EFENDİ'NİN SÖZÜ:


 

Emrullah Efendi'nin yüz yıl kadar önce söylediği "mektepler olamasa maarifi ne güzel idare ederdim" sözlerini insan, son yıllarda yüzlerce madencimizin canını verdiği maden ocakları için söylemek istiyor. Şu maden ocaklarını artık çalışma hayatından, enerji sistemlerinden, ekonomiden çıkarın. Hiç olmazsa bir süre üretimi durdurun. Denetleyin. Gerekli koşulları yerine getirmeyenleri kapatın gitsin. Üretim, güvenli ve en az riskli hatta hiç risksiz ocaklarda yapılsın. Bu şekilde zaten geriye dağlanmış yüreklerden ve aşırı kâr ile işçileri sömürerek "tower" (!) lar yapan kapitalcilerden başka bir şey kalmıyor.

BİR ZAMANLAR ANKARA'DA...


 Kimi zaman İstanbul plakalı bir taksiden inerken görülmüştü.
 Mütevaziliğiyle dikkat çekerdi.
 Espriliği kişiliği ile siyasete renk katmıştı.
 Sol parti liderleriyle bir araya geldiği restoranda "bir şey almak ister misiniz, efendim diyen      garsona: "Teşekkürler biz birbirimizi yiyeceğiz" demişti.
Hiç sıcak bakmadığı siyasete yıllar sonra neden girdiğini sorduklarında: “Ülkemi benden daha kötüleri    yönetmesin diye!” demişti.
 Sizi bu sıralar sinema salonlarında göremiyoruz pek, diyen muhabire: "Tabi sinema salonları  karanlık oluyor"   demişti. 

 Bu kişi kimdi?