28 Eylül 2011 Çarşamba

KENDİ ÖLÜMÜNÜ KUCAKLAMAK




            Kendi ölümünü kucakladın. Tarih 23 Temmuz 2011'i gösteriyordu. Saat; Panerai, Radiomir  Black Seal'e göre öğleden sonra 16:00 civarındaydı. Öldüğün anda, gökten milyonlarca yıldız düştü. Seninle çok geç tanıştım. Pop şarkıcılarından geçilmeyen TV kanallarında seni görmek mümkün değildi.  İlk kez BJK spor kulübümüzün TV kanalında gördüm seni.  Genel Müdür Tuğrul Yenidoğan'ın arşiviydi. Öylece kalakaldım karşında. Sesin daha önce hiç duymadığım tonda ve vurgudaydı. Kendini izlemeye odaklı insanları büyülüyor, gırtlağından çıkan bulunmaz ses, seni daha da kadınlaştırıyordu. Amy, damarlarında yüksek alkollü içecekler de dolaşsa, steril şırıngadan aldığın keyif vericiler de olsa; senin sesine ve müziğine olan hayranlık duygumu asla yok edemedim. O günden sonra her gün, günde iki kez "back to black" dopingi uyguluyorum kendime.  Hayata olan uyumsuzluğunu  çok kısa süren bir ömür ile noktaladın. Kendi ölümünü kucakladın. Ölümün sana olan  tüm arzuları yok etti.
Rahat uyu Amy.


http://www.dailymotion.com/video/x3jtji_amy-winehouse-back-to-black_music

26 Eylül 2011 Pazartesi

RÜYAMDA 26 EYLÜL


             Kaptan şoförlüğünü yaptığım otobüsle Bodrum'dan İstanbul'a dönüyorduk. Otobüste benimle birlikte 42 yolcu vardı. Karımın yanındaki koltuk boştu. O benim koltuğumdu. Otobüsü Selçuk yakınlarında, kırmızı yanan bir ışıklı kavşakta durdurdum. Işığın yeşile dönüşmesi çok zaman aldı. Ama geçmek sakıncalıydı. Daha fazla bekleyemiyordum ve bir an önce hareket etmek istiyordum. Birdenbire kendimi, yaya olarak yolun karşısına geçmek için uygun bir an kollarken buldum. Karşıdan karşıya geçtim. Benimle birlikte karım ve kızım da geçmişti. Otobüs hareket ettikten sonra bizi almadan yoluna devam etti. Devletin 550 no.lu Karayolunun ortalık yerinde kalakalmıştık. Hava kararmak üzereydi. Yapabileceğimiz en doğru şey Selçuk'a kadar yürüyüp oradan başka bir otobüsle yolumuza devam etmekti.
            Selçuk'a geldiğimizde şehrin insanlar tarafından boşaltılmış olduğunu, tüm mağazaların çok lüks ve içlerinin el yapımı ürünlerle doldurulmuş olduğunu gördük. Hepsinin kapıları açıktı. İçeri girip geziniyor, ürünlere bakabiliyorduk. Her bir mağaza iki veya üç katlı konaktan ibaretti. Konağın en üst katı mağaza sahiplerinin yaşamları için düzenlenmişti. Belli ki varlıllı kişilerin evleriydi. Tavanlarında tüm mağazanın her bir yerini görecek şekilde kameralar yerleştirlmişti. Kötü niyetli olmamamıza rağmen bu durum bizi tedirgin etmişti. Elimizi hiç bir şeye süremez olmuştuk. Sergilenen yapıtların arasında çoğunluk toprak testilerin olması dikkatimizi çekmişti. O sırada girdiğimiz mağazanın birinde bir kadın oturuyordu. Anneanneme benziyordu. hiç konuşmadan ve geldiğimizi anladığı halde dikkatini dağıtmadan elindeki tığla büyük bir kazanda kaynayan hoşafı karıştırıyordu. Selçuk bu kadar boş ve ürkünç olmamıştı diye düşünüyordum, kendi kendime. Bir yandan telaşla dükkanları geziyor bir yandan da eve nasıl döneceğimizin kaygısını taşıyorduk. Korku içerisinde sokaklara bakıyordum. Şehirde bugünün yaşamına ait hiç bir şey yoktu. Biraz ilerleyip meydan gibi bir yere geldiğimizde gördük ki, meydanın ortasında labirenti andıran bir yapı vardı. Tek girişi olan, alt geçit gibi yapının çıkışı görünmüyordu. Oraya girmedik, etrafından dolanarak karşı tarafa geçtik. Sokakta gördüğümüz tek insan olan ve bir duvara yaslanarak, dünyaya düşen uydu parçalarından birini kulağına dayayıp uzay istasyonlarıyla temas halinde olan adamdı. Ona otogarı sorduk. Bize patika bir yol önerdi. Daha önce etrafından dolanarak geçtiğimiz labirentin kenarından geçen bir yoldu. Yolu tırmandık. İki kişi yanyana yürüyemiyordu. Aşağıda otogar görünüyordu. İnmek için patikadan ayrıldığımız noktada bir adam elindeki devasa şemsiyeyi tam da yol ayrımına dikmeye çalışıyordu. Nitekim de dikti. Neden diye sorduğumuzda; "otogara giden yolcuları güneşten korumak için", dedi. Aşağıya indik. Her zaman ki gibi, seçkin bir iki otobüs şirketinden biri olan acentenin bankosuna yaklaştım. Hepsi arap olan ve yerel giysileriyle ofisin içinde duran adamlar ve kadınlar vardı. Hava çok sıcaktı. Kadınlardan biri tam kapalı değildi, saçları yarıya kadar açıktı ve sürmeli gözlerle ve dişlek dişlerini alt dudağının üstüne çıkarmış halde işveli işveli yüzüme bakıyordu. Bu kadın Türkan Şoray'dı. O'da çıktığı yolda kaybolan ve günlerdir geri dönmeyen İlyas'ını arıyordu. Otogar çok kalabalıktı. Diğer bütün yazıhanelerin önünde de insanlar vardı. Ama hiç kimse bir yere gitmek istemiyor gibiydi. Bundan başka hiç birinin tabelası yoktu. Arap görevliye İstanbul'a gideceğimizi söyledik. Saat 23:30 da dedi. Biz tamam dedik. O anda saat 21:30 sularındaydı. İki saat oyalanırız diye düşündük. Üç kişi şu kadar para, dedi... Elindeki kalemle kağıda bir şeyler yazdı, durdu ve yüzüme baktı...ben de ona baktım, bekliyorduk. Hadi dedi. Para vermeyecek misiniz? Biletimizi vermeyecek misin dedik. Bilet yok dedi. Ya parayı verir beklersiniz, ya da otobüse binemezsiniz. Bu arapları hiç gözüm tutmamıştı. Başka da bir çalışan yazıhane yoktu. Görünüşte vardı da tabelaları yoktu. İşlem yapmıyorlardı. Belli ki hepsini onlar almışlar ve bu alanda tekel yaratmışlardı. Bunun üzerine, "teslim olmak yok", dedim kendi kendime. Oradan ayrıldık. Otobüsü kavşakta durdurduğumda yeşil ışığı beklemeyip indiğim için pişmanlığımı dile getiriyordum.
               Bütün gece insansız mağazaların olduğu konakları gezdik. Sabah olunca da yoldan geçen ilk otobüse binerek İstanbul'a döndük. Valizlerimizi almaya gittiğimizde; onların da, sonraki kavşakta otobüsten atladığını öğrendik.

24 Eylül 2011 Cumartesi

SENİ HEP HATIRLAYACAĞIM !


Ne zaman gelsen, mutlaka ortalık yere yapıp giderdin. Bu kez o kadar çok büyük yaptın ki; dev gibi bloklardan oluşuyordu. Taşıma işini verdiğim yüklenici firma 20 iş makinasıyla, günde 8 saat, 7 gün çalıştı. Bıraktığı lekeyi de çıkarmak mümkün olmadı.